İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Kamil ERGENÇ

SEKÜLER MUHAFAZAKARLIK-II

Varlığın kendisinde içkin olan bir potansiyelle hareket ettiğini dolayısıyla yoktan var olmadığı ve var olanın yok olamayacağı kanaati ilahi olanın varlığa müdahil olamayacağı kanaatini de beraberinde getirmiştir. Bu anlayış 17.yy da bilimin bir kavram ve değer olarak kutsaldan arınarak ortaya çıkması ile meşruiyetini daha da perçinlemiştir. Ampirik tecrübenin ve akli önermelerin mutlaklığı ve bilimsel bilginin nesnelliğine olan inancın pekiştiği bu dönem aydınlanma düşüncesini besleyen en önemli zemin olmuştur. Bilginin kutsaldan arındırılması daha sonra varlık-mahiyet, akıl-kalp, din-dünya ayrımını da beraberinde getirmiş ve bu düşünce özellikle II.Dünya savaşının Avrupa insanını moral olarak çökerttiği ve insani tüm erdemlere olan inancın yara aldığı bir vasatta, bilhassa Sartre’ın çabasıyla varoluş "öz"den önce gelir aforizmasına dönüşmüştür. 

Varoluşçuluk/existansiyalizm olarak adlandırılan bu anlayışa göre insan boş bir sayfa olarak doğar ve kendi kendisini var eder/yaratır. Oluş sürecine yüklenen bu anlamın insanı adeta kendisinin tanrısı yapan boyutu, modernitenin aklı mutlaklaştıran yönünün belki de en uç noktasını temsil etmiş ve II. Dünya Savaşı sonrası ateizmin beslendiği en önemli zemin olmuştur. Existansiyalizm, kendi dönemine kadar gelen bütün tanımlamaları ortadan kaldırırcasına hem kapitalizmin homo-ekonomicus/ekonomi insanı anlayışına, hem kadim Katolisizmin insanı Tanrısal iradenin önünde silikleştiren yapısına, hem de determinist evrim anlayışının insanı edilgenleştirici algısına rest çekerek onu kendi kendisinin var edicisi/oluşturucusu/tanrısı yapmıştır. Yani artık insan ne Allah’ın, ne tabiatın, ne üretim araçlarının çocuğu değil kendisinin tanrısıdır. Post-modernizmin de bu algıdan beslendiğini unutmamak gerekir.

Kendisini var eden/yaratan insanın oluş sürecindeki yegane referansı yine kendisidir. Kitab-ı Kerim’in "hevasını ilah edineni gördün mü?" diye tavsif ettiği insan tipinin en güzel örneğini veren varoluşçuluk, modernite de içkin olan seküler/profan/ladini evren ve insan tasavvurunu bir ileri aşamaya taşımıştır. Modernitenin sekülerlik aracılığıyla evreni ve insanı otonom olarak tasvir etmesi aslında tanrısal iradeden bağımsız bir alan oluşturma ve bu alanda aklın merkezi rol almasını sağlamaya dönük çabanın sonucudur. Sekülerliğin bu anlamda tamamen "din dışı" bir ideoloji olmadığını dinin müdahil olamayacağı özerk alanlar ihdas etme çabasının bir sonucu olduğunu vurgulamak gerekir.

Gerek kadim Hıristiyanlıkta gerekse İslam da din dilinin hayatın her veçhesine müdahil olma/tanzim etme isteği,sekülerliğin kabul edilemez bir düşünme biçimi olduğunu izhar eder. Ancak pagan Roma kültürünün içerisinde neşv-ü nema bulan Hıristiyanlığın, kitleselleşmeyle birlikte cemaat olmaktan çıkarak devletin "resmi dini" haline gelmesi ve buna paralel olarak kilise örgütlenmesine gitmesi, Hıristiyanlığı hayata içkin bir din olmaktan çıkararak kurumsal bir din hüviyetine bürümüştür. Roma’yı dönüştürme arzusuyla yola çıkan Hıristiyanlığın bizzat kendi mensupları tarafından sekülerleştirilmesi dikkate değerdir. Aziz Kur’an’ın Hadid suresinde işaret ettiği "Onlara ruhbanlığı biz emretmedik. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri uydurdu ancak ona da gereği gibi uymadılar"(*) beyanı Hıristiyanlığın Roma Devleti içinde kalmaktan imtina eden zühtçü mensuplarının/ruhbanların zamanla laik-dindar ayrımını besleyecek bir zeminin oluşturucuları olduklarına işaret etmekte ve sekülerliğin nasıl bir zeminden beslendiği hakkında bize fikir vermaktedir. Laik-dindar ayrımının bilim devrimi sonrasında dini olan-olmayan ayrımına dönüşmesi insanın otonom bir varlık olarak temayüz etmesine, bilginin desakralizasyonuna/laikleştirilmesine ve evrenin Arisro’dan mülhem özerkliğine/otonomluğuna doğru bir evirilmeye yol açtı. Bilimin ilahi olandan soyutlanmış veya ilahi olana cephe almış bir aklın ürünü olarak tebarüz etmesinden mütevellit,bugün de,somut veriler üzerinden bir tanımlama yaparak varlıkta içkin olan fıtrat görmezden gelinmektedir. Sekülerliğin fıtratı ilahi bir nefha olmasından dolayı rasyonel bir zemine oturmadığı gerekçesiyle yadsıması zımni bir "şirki" de barındırmaktadır.

Bilginin nasıl elde edileceği ve elde edilen bilginin hakikati hangi düzeyde temsil ettiği meselesi seküler anlayışta oldukça fazla önem arz etmektedir. Din dilinin müdahil oluşunun kabul edilmediği sekülerlikte bilgi deney, tecrübe, mantık gibi yollarla elde edilir. Bilgi edinmedeki ampirik belirleyicilik aklın dünyevi bir idrak aracı olarak kabul edilmesine ve kalp-akıl bağının bozulmasına yol açmıştır. Akıl bağ kuran, sebep-sonuç ilişkilerini tespit eden, varlıktaki düzeni/sünnetullahı fark eden ve ancak ilahi bilgilendirme yoluyla hakikate ulaşabilen yapısından soyutlanarak ve kalple arasındaki bağ koparılarak otonomluk vasfı kazandırılmak suretiyle İbliste mücessemleşen teslimiyet karşıtı bir pozisyona sürüklenmiştir. Batı zihninin vehbi bilgiyi kabul etmeyip, hakikatin ancak akılla bilinebileceğini iddia etmesi ilahi olanın rehberlik edemeyeceği anlayışını da beraberinde getirmektedir.

Bilgiyi elde etme gayesi noktasında Müslüman zihin ile diğerleri birbirinden kesin çizgilerle ayrılmaktadır. Müslüman zihin bilgiyi daha iyi Müslüman olmak yani Allaha olan teslimiyetini kemal mertebesine çıkarmak, varlığın hakikatini bilmek yani hikmete kavuşmak amacıyla isterken -tam bu noktada Rasul (a.s)’ün faydasız bilgiden/ilimden Allah’a sığınırım sözü hatırlanmalıdır- Batı zihni bilgiyi tahakküm aracı olarak elde etmek istemekte ve bilgiyi "güç" olarak niteleyerek, hegemonyasını kavileştirmenin aracı olarak kullanmaktadır.

Pagan Roma karşısında yıllarca muvahhitçe mücadele etmiş ve önemli oranda kitleselleşmiş olan Hıristiyanlık zamanla Roma bürokrasisi içerisine yerleşmiş ve kurumsallığını Roma modeline göre gerçekleştirerek 325 yılında İznik Konsülü ile Romanın resmi dini haline gelmiştir. Hıristiyanlığın resmi din haline gelmesi Hıristiyan cemaatin kilise merkezli kurumsallaşmasına sebep olmuş ve kendisini kilisede dini yaşamaya adayanlar ile dindar fakat kilisede yaşamayanları ayrımlamak için laiklik kavramı kullanılmıştır. Dolayısıyla Laiklik kavramı ortaya çıkış sürecinde dini hizmetleri kendisine meslek edinenlerle,bunların dışında kalan ama aynı zamanda dindar olan insanları vurgulamak için kullanılmıştır.(Arslan,2000)

Bu ayrım Batının tarihi serüveninde oldukça önemli bir dönüm noktasıdır. Hıristiyanlığın kilise aracılığıyla kurumsal bir muhtevaya bürünmesi uzun vadede dini olan ve olmayan ayrımının gerçekleşmesine sebep olacaktır. Dolayısıyla gerek sekülerlik gerekse laiklik değerlendirilirken Batı insanının muhayyilesindeki bu ayrıma dikkat etmek gerekir. Nitekim 17.yüzyıl bilim devrimi gerçekleştiğinde de kilisenin o güne kadar oluşturduğu olumsuz algı nedeniyle bilim-din ayrımı süreci başlamış ve bu süreç aydınlanmaya ve dolayısıyla bugünkü dünyayı şekillendiren modern algının oluşmasına zemin hazırlamıştır.

Kamil ERGENÇ

kamilergenc@hotmail.com
 

Diğer Makaleleri