İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Kamil ERGENÇ

Cemaat Olgusu Üzerine

……..

Gebermek istemezsen, yoksa izmihlal için niyyet,

‘’Şu vahdet tarumar olsun!’’ deyip saldırma İslam’a;

Uzaklaşsan da imandan, cema’atten uzaklaşma.

İşit, bir hükm-i kat’i var ki istinafa yok meydan:

‘’Cema’atten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan.’’

Nedir iman kadar yükselterek bir alçak ilhadı,

Perişan eylemek zaten perişan olmuş ahadı?

Nasıl yekpare milletler var etrafında bir seyret?

Nasıl tevhid-i aheng eyliyorlar, ibret al, ibret!
(M.Akif ERSOY /Safahat, yedinci kitap, Alınlar Terlemeli)

 

15 Temmuz gecesi ülke olarak maruz kaldığımız vahşetin icracıları arasında dini iddialı bir grubun bulunması, Türkiye’de zaten sorunlu olan, din-devlet ilişkisinin boyutlarıyla alakalı tartışmaların daha da kızışacağını gösteriyor. Nitekim meş’um saldırının ardından anaakım medyada meseleyi değerlendirenlerin ekserisi, Kemalist paradigmanın ve onda içkin laikliğin ulviliğinden dem vurmak suretiyle, süreci dinle/İslam’la hesaplaşmak için fırsata dönüştürme çabası içerisinde görünüyorlar. Bu ülke insanının talihsizliklerinden biri, belki de en önemlisi, öteden beri cephede kazanıp masada kaybetmesidir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde verdiğimiz İstiklal Mücadelesi’nde tebarüz eden bu talihsizlik, ne yazık ki bugün de devam etmektedir. İstiklal Harbi, İslam’a dayanarak verilmiş bir mücadeleydi. Nitekim bu sayede Anadolu coğrafyası bir sığınak olarak elimizde kaldı. Ancak İstiklal Harbi sonrasında duruma vaziyet edenler, bağımsızlığımızı kazanmak için tek sığınak olarak gördüğümüz İslam’ın umdelerine taarruz ederek halkı düş kırıklığına uğrattılar. Pozitivizmin ulviliğine iman etmiş Osmanlı askeri ve siyasi bürokratlarından oluşan bu kadro, 18. yüzyılın başından beri devam eden modernizasyon sürecinde ultra-radikal adımlar atarak İslam’ı iktisadi, içtimai, hukuki ve siyasi hayatın dışına ittiler. Hıristiyanlık içi mücadelenin ürünü olan moderniteye Türkiye’yi entegre etmek için atılan bu radikal adımlar, yeni bir düşünme ve eyleme biçiminin oluşmasına sebep oldu. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti her ne kadar bir İslam devleti olarak kurulduysa da, 1924 anayasasında "devletin dini din-i İslam’dır" yazar, sonrasında 1937’de laikliğin anayasaya girmesiyle birlikte İslam’la arasına mesafe koymak suretiyle uluslar arası arenada meşruiyetini tescilleyebilmiştir. Yaklaşık seksen yıldır anayasasında laikliği güvence altına alan nadir İslam ülkesi olarak varlığını devam ettiren Türkiye, tüm bu kıble değiştirme süreçlerine rağmen, 15 Temmuz gecesi İslami şiarlara yaslanarak bir mücadele vermiştir. Dolayısıyla Cumhuriyet Türkiye’si açısından oldukça önemli bir kırılma anına işaret eden 15 Temmuz süreci, şayet iyi okunamazsa, son üç asırdır kimi zaman doğrudan kimi zamansa dolaylı olarak devam eden "modern paradigmaya entegrasyon" süreci kemale erecektir. Böyle olması durumunda ise Türkiye diye bir yerden bahsedilemeyecektir. Darbenin hemen ardından uzman sıfatlı kişilerce maruz kaldığımız modern paradigmanın la yüs’el (sorgulanamaz) ve la yuhti (hatasız) doğasına dair güzellemeler, zihin bulandırmaktan öte bir şey ifade etmiyor. Bu coğrafyanın mayası olan İslam’ın iktisadi, içtimai, hukuki ve siyasi hayata vaziyet edemeyeceğine dair ürettikleri tezviratlarla, tam da küfür kavramının hakkını verircesine, hakikatin üzerini örtenlere karşı mukavemet hattımızı, müteşerri bir dille, tahkim etmek mecburiyetindeyiz. Bütün kimliksizleştirme çabalarına rağmen insanımızın darbeye direniş esnasında İslami şiarlara yaslanması gösteriyor ki, bu ülkede birleştirici unsur laiklik, demokrasi, Kemalizm değil İslam’dır.
 

Darbenin icracıları arasında dini iddialı bir grubun yer alması "cemaat" olgusunu Türkiye gündeminin merkezine konuşlandırdı. Her ne kadar işin öznesi Gülen Grubu olsa da, Türkiye’de ki bütün cemaat/tarikat yapılanmaları bu süreçten ciddi anlamda etkilenecektir. Gerçi darbeye karşı direnişin en ön saflarında yer alanların Gülen grubu dışında kalan cemaat mensubu kişiler olması belki toptancı bir algının oluşmasının önüne geçecektir. Ancak, şimdiye kadar yaptığımız gözlemler çerçevesinde denebilir ki, din-devlet ilişkisi ekseninde devam eden tartışmalarda egemen üslup, cemaat olgusunun tümden reddi şeklindedir. Binaenaleyh dini saiklerle örgütlü bir grubun kalkışması olması münasebetiyle 15 Temmuz darbe girişimi, bir yandan devletin dini/İslam’ı yorumlama tekelini muhkemleştirirken, diğer yandan laik/seküler paradigmanın tahkimatında oldukça önemli bir rol oynayabilir. Her iki durumda da Türkiye için hayırhah bir süreçten bahsetmek mümkün görünmüyor. Çünkü devletin dini yorumlama tekelini eline alması, tarihin bize öğrettiği üzere, hem düşünsel donukluğun oluşmasına sebep olacak hem de dinin yer yer devletin menfaatleri doğrultusunda araçsallaş(tırıl)masına fırsat verecektir. Laik/seküler perspektifin bu süreçte terviç edilmesi ise şimdiye kadar yaşadığımız kimlik eksenli travmaların daha da derinleşmesine sebep olacaktır. Bu noktada "cemaat" olgusuna yakından bakmakta fayda var.
 

Sosyoloji disiplini bize cemaat olgusunun daha çok pre-modern döneme ait olduğunu, yani kan bağına dayalı bir birliktelik biçimini ifade ettiğini söyler. Bu birliktelik biçimi Ferdinand Tönies’in ifadesiyle "mahiyet iradesi"ni öne çıkarır. Tönies, İbn-i Haldun’un nesep asabiyesi teorisine benzer şekilde, ki bu teoride İbn-i Haldun kan bağı esasına dayalı birlikteliğin savunma ve saldırıda oynadığı role dikkat çeker, bir birlikteliğe işaret eder. Haldun’a göre, daha çok bedevi toplumların özelliği olarak öne çıkan nesep asabiyesi, medeniyete doğru adım atıldıkça yerini sebep asabiyesine bırakır. Tönnies, klasik Aydınlanmacı teorisyenler gibi, ilerlemeci/lineer tarih anlayışının sözcülüğünü yaparak, cemaat olgusunun, henüz gelişimini tamamlamamış, medenileşmemiş ilkel/primitif toplumların özelliği olduğunu iddia eder. Ama bu arada da İbn-i Haldun’un nesep asabiyesine sahip olan topluluklar için kullandığı diğerkam, fedakar, cesur, hamiyetli vb. meziyetlerin cemaat yapılarında içkin olduğunu söylemeyi de ihmal etmez. Bunu söyleme sebebi de cemaat yapılanmalarında ki ilişki biçimlerinin mahiyetine ilişkin bir çıkarımda bulunmaktır. Henüz birey olamamış ve sözleşme esaslı birliktelik aşamasına geçememiş insanların birliktelik biçimlerini ifade etmek için kullanılan cemaat kavramı toplumsal evrim sürecinin başlangıç safhalarını imlemektedir. Bu noktada cemaat, bir yandan modernlik öncesi dönemin birliktelik biçimi olarak ele alınırken, diğer yandan toplumsal evrimin kaçınılmazlığı mottosuyla cemiyet olmaya geçişin ilkel bir aşaması olarak kodlanır. Nitekim modern sosyolojinin üstadı kabul edilen Weber de cemaatsel ve kurumsal ilişkiler arasında ayrım yapmaktadır. Cemaatsel ilişkileri geleneksel, organik ve yoğun olarak tanımlarken kurumsal ilişkileri kısa süreli ve sözleşmeye dayalı ilişkiler olarak ifade eder. Cemaat ilişkisi olarak kilise ve köy örneğini verirken kurumsal ilişkiler için Pazar ve siyasi parti örneğini verir. Modernizasyon sürecini de kapalı ve cemaatsel sosyal ilişkilerden, temelde açık ve kurumsal olan ilişkilere geçiş süreci olarak adlandırır. Tipik bir Oryantalist bakış olarak öne çıkan bu tasvir, alttan alta modernlikte içkin toplumsal evrim teorisini zihinlerimize nakşetmek ister. Edward Said’in izinden giderek söyleyecek olursak bu perspektif; Orient/doğu ile Occident/batı arasında köklü bir ayrım oluşturan özel bir epistemoloji ve ontolojiye dayalı bir düşünce modeli olarak öne çıkar. Yani rasyonel, aydınlık, hümanist ve bireyci Batı’ya karşı mistik, egzotik, karanlık ve otorite mahkumu Doğu imgesi. Merhum Şeriati Oryantalistlerin Doğu, özelde İslam Medeniyetleri için, "Sizler vakti zamanında çok büyük medeniyetler kurdunuz. İnsanlığa büyük hizmetlerde bulundunuz’’ diyerek evvela iltifat ettiklerini ancak zımnen "bugün söyleyecek sözünüz yok. Dolayısıyla bugünün dünyasını biz inşa edeceğiz" demek istediklerine dikkat çekerek Müslüman mütefekkirlere teyakkuz uyarısı yapar. Dolayısıyla Oryantalist perspektifin meşruiyet zeminini oluşturmak için, ziyadesiyle araçsallaştırılmış sosyoloji disiplinine angaje olmuş bir entelektüel çizginin "cemaat" olgusunu sağlıklı analiz etmesi mümkün değildir.
 

İlerlemeci perspektife göre cemaat, ilkel/primitif bir birliktelik biçimi olduğu için asıl olan cemiyettir. Cemiyet ise "serbest iradenin" öne çıktığı ilerlemiş/medeni toplumların özelliğidir. Yani modern toplumu karakterize eder. Nitekim Weber modern toplumların gelişimini, sosyal sistemlerinde sihir/büyü gibi irrasyonel olguların yerine hukuksal karakterin ve kişisel olmayan kurumsal ilişkilerin egemenliği çerçevesinde inceler. Ona göre pre-modern dönem insan ilişkileri dostluk esaslı sihirli kavramlarla tanımlanırken, modern dönemde maksatlı sözleşmeler geçerlidir. Dolayısıyla cemaatsel yapılar maksatlı ve hukuksal zemine dayalı değil daha çok taşralılıktan kaynaklı olduğundan modern toplumda karşılığı yoktur. Modernizasyonu her alanda rasyonelleşme olarak gören Weber’in bu tespitine şaşmamak gerekir. Weber böylece klasik sosyolojik geleneğin köyden pazara doğru evrim geçirdiğini iddia ederek açık toplumun Pazar toplumu olduğunu ifade eder. Bu toplumlarda birey kendi başına karar verebilen, her türlü geleneksel bağlardan kurtulmuş ve maksatlı ilişkiler kuran özgür kişidir. Protestan ahlakını özümsemiş bu kişi/ler kilisenin elinden alınan ve böylece sekülerleşen topraklarda ulus-devlete giden sürecin özneleri olmuşlardır.
 

Cemiyete serbest iradenin egemen olması bizlere yine İbn-i Haldun’u hatırlatmaktadır. O da nesep asabiyesinin yerine sebep asabiyesini ikame ederek ülkü/mefkure/itikat/ideoloji merkezli daha üst bir birliktelik biçimine dikkat çeker. Haldun’a göre sebep asabiyesi bir fikir/ülkü/mefkure veya itikat birlikteliği esasına dayanır. Bu birliktelik biçimi şehirleşmenin tabi sonucudur. Çünkü şehirleşme arttıkça kan ve akrabalık bağına dayalı ilişkiler zayıflar. Doğanın ve düşmanların baskılarına karşı koymak için kurumlar oluşturulur. Şehir hayatının sağladığı imkanlarla oluşan refah, insanları rehavete alıştırır ve onların mukavemetini zayıflatır. Çölde/badiyede/köyde her işini kabilesiyle gören ve bundan dolayı hem özgüveni hem cesareti hem de teşebbüs becerisi artan insan, şehrin rahat ortamında bu özelliklerini kaybeder. Böylece şehvetinin, arzularının ve hevasının esiri olmaya başlar. Behimi arzularının tahakkümüne boyun eğer. Böylece hayırlar azalır, şerler ise artar. Böyle toplumlar nesep asabiyesi veya sebep asabiyesi güçlü toplumlar tarafından istilaya maruz kalır ve yok olup gider. Bu duruma düşmemek için insanların düşünsel ve fiziksel enerjilerini sağaltacak/boşaltacak bir sebep asabiyesine yani bir itikata/ülküye/mefkureye ihtiyaç vardır. Çünkü insan yaratılışı itibariyle inanmaya, sevmeye, öfkelenmeye, nefret etmeye, arzulamaya mahkum bir varlıktır. Önemli olan insanın bu özelliklerinin doğru yöne kanalize edilmesidir. Sebep asabiyesi işte bu noktada devreye girer. İnsana hayatını anlamlı kılacak bir perspektif sunar. İnancını, öfkesini, sevgisini ve nefretini "mutluluğa" dönüştürecek bir itikat bahşeder. Öyle ki insan gerektiğinde bu itikat uğruna en aziz varlığı olan hayatından bile vazgeçer. Bu itikadın illa ki vahiy eksenli bir dinden neşet etmesi gerekmez. Beşeri ideolojiler de sebep asabiyesi olarak değer kazanabilir ve bunlar uğruna da mücadele edilebilir. Nitekim Hitler’in nasyonal sosyalizmi, Mussolini’nin Faşizmi, İsrail’in Siyonizmi v.b birer sebep asabiyesi olarak kabul edilebilirler.
 

Sosyoloji disiplininin Avrupa merkezli insan ve toplum tasavvurunun ulviliğini ispatlamak için araçsallaştırıldığını, 19. ve 20. yüzyılda ise bu disiplin aracılığıyla kolonyalist projelerin hayata geçirildiğini unutmadan, cemaat ve cemiyet kavramlarıyla ilgili tespitleri değerlendirmek gerekir. Nihayetinde insanlık tarihini lineer bir çizgide sürekli ileriye doğru giden bir süreç olarak gören bir perspektiften söz ediyoruz. Üstelik bu ilerleme aynı zamanda niteliksel bir hususiyet arz ediyor. Çünkü evrim, modernliğin rahminde gelişen sosyoloji için, oldukça önemlidir. Buna göre sadece canlılar değil toplumlar ve kültürlerde ilkelden gelişmişe doğru evrim geçirirler. Tarihin çağlara bölünmesinde ki temel espride aslında bu evrim anlayışıdır. Nitekim Comte, tarihte evrim sürecini teolojik, metafizik ve pozitivist olarak tespit eder ve pozitivizmin insanlığın varacağı son nokta olduğunu iddia eder. Bu zaviyeden bakıldığında dine ve onun değerler sistemine toplumsal olayları ve olguları açıklamakta gerek yoktur. Cemaat olgusu da dini duyarlılığın yüksek olduğu bir tarihsel evrede öne çıktığı için modern dönemde ehemmiyetini yitirir. Çünkü cemaat ilkel/primitif dönemlerin ürünüdür ve insanlık ilerleyerek cemiyet hayatına ulaştığı için cemaat gereksizdir. Yani cemaat dinin/geleneğin egemen olduğu toplumsal vasatta anlamlıdır. Aklın özneleştiği ve hakikatin temsilcisi olarak bilimin/üniversitenin öne çıktığı bir tarihsel evrede cemaatten bahsetmek yersizdir. Dolayısıyla modern toplumun "cemaatsiz" bir toplum olması gerekir. Bilimsel argümanların belirleyici olduğu yerlerde birliktelik biçimi olarak cemiyet öne çıkar. Cemiyet ise seküler bir birliktelik biçimidir. Ancak tüm bu ilerlemeci ve pozitivist teorilere rağmen modern insanın "cemaat" havzalarına olan yönelişinin önüne geçilememiştir. Bu yöneliş sadece halkı Müslüman olan ülkelerde değil, Aydınlanma devrimini tecrübe etmiş, ultra-modern ülkelerde de böyledir. Evanjeliklerden Mormonlara, Satanistlerden Veganlara, Katoliklerden Agnostiklere, Masonlardan Sabatayistlere kadar bir çok cemaatten bahsedilebilir. Demek ki cemaat olgusu geleneksel veya modern kültürle alakalı değildir.
 

Araçsallaştırılmış sosyolojinin tesir sahasından çıkıp cemaat kavramının İslami literatürdeki anlamına gelecek olursak, ünlü dil bilimci Rağıp el-İsfehani Müfredat’ında c-m-a köküyle ilgili olarak "bir şeyin bazısını bazısına yaklaştırarak onları birleştirmek" ifadesini kullanır. Kavramla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de Hümeze suresi 2. ayette "malı toplayıp onu teker teker sayana", İsra suresi 88. ayette "tüm insanlar ve cinler bir arayagelseler" Kıyamet suresi 9. ayette "Güneş ile ay bir araya getirildiği zaman" örneklerini verir. Ayrıca toplanan varlıklar için "cem’un" ve "cemaatun" kavramlarının kullanıldığını söyler. Örnek olarak ta Al-i İmran suresi 166. ayette "iki topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet" ve Yasin suresi 32. ayette "hepsi toplandığı zaman huzurumuza getirileceklerdir" ayetlerini verir. Cuma gününe de insanların toplanmasından dolayı bu ismin verildiğini beyan eder. Ayrıca peygamberimiz Hz. Muhammet(s.a.v)’den cemaatin faziletlerini bildiren bir çok hadis rivayet edilmiştir. Özellikle namazın cemaatle kılınması hususunda ihtimam gösterilmesi emredilmektedir. Allah’ın yardım elinin cemaat üzerine olduğu  sahih İslami kaynaklarımızda yer alan önemli beyanlardandır. Demek ki İslam, birliktelik biçimi olarak cemaat olmayı önemsemektedir. Sadece İslam değil, Hıristiyanlık ve Yahudilikte cemaat olmaya oldukça önem verir. İsa(a.s)’nın vefatından sonra muvahhit Hıristiyanların Roma düzenine dahil olmamak için "cemaat olarak" verdikleri mücadele müstesnadır. Yahudilerin asırlarca diasporada kalmalarına rağmen cemaat olma şuurunu terk etmemeleri, 20. yüzyılda İsrail’in kurulmasında etkili olmuştur.
 

İslam hiçbir ferdinin ömür boyu münzevi bir hayat yaşamasını salık vermez. Cemaat olmayı dinin yaşanması için gerekli görür. Bu birliktelik, "marufu emreden ve münkerden nehyeden" bir özelliğe sahiptir. İslam’a göre cemaat olmak itikat eksenli bir sebep asabiyesine bağlanmak ve bu bağlılığı güçlendirmek amaçlıdır. Cemaatin genişlemiş/küreselleşmiş hali ise ümmeti meydana getirir. Denebilir ki ümmet, cemaatin küresel versiyonudur. Burada da itikat eksenli bir birliktelik söz konusudur. Ümmeti oluşturan fertler iman bağı/itikat üzerinden birlikteliklerini anlamlı kılarlar. Bu nedenle cemaatte de ümmette de etnik/kavmi veya coğrafi/bölgesel argümanlar önemini yitirir. Üst bir  perspektif olarak ümmet şuuru ortaya çıkar. Bu şuurun besleyicisi olarak yalnızca İslam itikadından bahsedilebilir. İslam itikadı dışında hiçbir değer sistemi bu birlikteliğin oluşmasında ve sürdürülmesinde belirleyici değildir.
 

Bu bağlamda halkı Müslüman bir ülke olarak Türkiye’de cemaat olgusunun yeni olmadığını, bu olgunun İslam’ın önemsediği bir birliktelik biçimi olduğunu ve bu nedenle de Müslümanların yaşadığı her yerde cemaat olma temayülünün olacağını söyleyebiliriz. Bu temayülün ortadan kaldırılması zordur. Çünkü yukarıda da ifade etmeye çalıştığım üzere cemaat olma İslam’ın önerdiği bir birliktelik biçimidir ve gereklidir. Ancak 15 Temmuz gecesi yaşadığımız vahşetin icracıları arasında cemaat iddialı bir yapının olması doğal olarak bu yapıların sorgulanmasını gerekli kılmıştır. Bu sorgulamayı yaparken, İslam’ın önerdiği birliktelik biçimi olarak cemaat olgusunun bizatihi kendisini değil, cemaat iddialı yapıların bu iddialarıyla ne kadar mütenasip olup olmadıkları sorgulamak gerekir. Bunu yaparken de sosyolojinin argümanlarından ziyade İslam’ın argümanlarını kullanmak meseleyi sağlıklı değerlendirmek açısından önemlidir.
 

Bilindiği üzere Osmanlı, ki hilafet sebebiyle Müslümanların temsilcisi pozisyonundaydı, 18. yüzyılın başından beri Avrupa ile yakın temas halindedir. Modernleşme süreci olarak ta adlandırılan bu temaslarda Osmanlı genel itibariyle nesne/alıcı, Avrupa ise özne/verici pozisyonda olmuştur. Temas kurmayı gerektiren ana sebep askeri alandaki başarısızlıklar ve buna bağlı olarak 1699’da Avrupa karşısında yaşanan ilk toprak kaybıdır. Bu kayıp askeri alanda modernleşmenin önünü açmış ve doğal olarak Osmanlı bürokrasisini ciddi anlamda etkilemiştir. Askeri ve idari bürokrasinin yetiştiği yer olan Enderun, modernleşmeye karar verince ulema ile sorun yaşamaya başlamıştır. Seyfiye(asker), Kalemiye(bürokrasi) ve Ulema üçlüsünden oluşan Osmanlı devlet idaresi modernleşme sürecini sağlıklı yürütememiş ve ulema ile Enderun arasında yaşanan çatışma Enderun lehine sonuçlanmıştır. Enderun’un ağırlıklı olarak Balkan kökenli gayr-ı Müslim devşirmelerden oluşturduğu idari ve askeri bürokrasi, ulemayı modernleşme sürecinde takoz olarak görmüş ve bertaraf etmek için elinden geleni yapmıştır. II. Mahmut’un yeniçerileri kaldırmasıyla dayanaksız kalan ulema, modernleşme hamlelerine sürekli olarak rezerv koymuştur. Gazali’nin Dini ve dünyevi ilim ayrımını bağlamından çıkararak yorumlayan ulema, medresede ağırlıklı olarak dini ilim okuttuğundan modern paradigmayı "aşacak" bir perspektif geliştirememiştir. Medresenin, çağını müdrik olmaktan uzak müfredatı nedeniyle karşılaştığı yeni durumu yorumlayamayan ulema, bürokrasinin saldırılarına daha fazla dayanamayarak kenara çekilmiştir. Mektebin medrese karşısında kazandığı bu zafer(!) Cumhuriyet idaresince de benimsenmiş ve daha radikal bir tutumla medreseler tamamen kapatılmıştır. Ulemanın toplumsal önderlik rolünden çekilmesi sonrasında, tabiat boşluk kabul etmeyeceğinden, yeni bir önderlik profili ortaya çıkmıştır. Bu profil Fransız İhtilali’nin etkisinde kalan profildir ve kendisini "aydın" olarak tanımlamaktadır. Aydınlanma sonrası Avrupa’da terviç edilen insan-evren ve Allah tasavvurunu kopyala yapıştır yöntemiyle Osmanlı’ya taşıma heveslisi olan bu aydın havzası, Tanzimat sonrasında toplumun ve devletin dönüşümünde oldukça etkili olmuştur.
 

Osmanlı’da merkezi temsil eden devlet idaresiyle halk/reaya arasında iletişim genelde tarikatlar, dergahlar, tekkeler aracılığıyla sağlanmaktadır. Şeyhülislam aracılığıyla merkeze taleplerini ulaştıran tarikatlar denebilir ki, Osmanlı’da merkezle çevre arasında köprü işlevi görmüştür. Hatta padişahların neredeyse hepsinin bir tarikata mensup olması veya bir şeyhe bağlanması da halkla temasının kopmaması içindir. Bu tavrıyla padişah reayasına ben de sizdenim mesajı vermekte ve merkezin çevreyi kontrolü daha kolay olmaktadır. Bundan dolayıdır ki Osmanlı kalenderilik, haydarilik, ibahilik v.b.heterodoks yapılara çoğu zaman müsaade etmemiş, Sünni veya Sünniliğe yakın olan tarikatların örgütlenmesini teşvik etmiş ve hatta desteklemiştir. Örneğin 16. yüzyılda Safevi propagandası neticesinde Anadolu’da Bektaşilik yaygınlaşmaya başlayınca, Osmanlı Mevlevilikten faydalanarak bu durumu frenleme yoluna gitmiştir. Bu dönem Mevleviliğin en çok geliştiği dönem olarak dikkat çekicidir. Cumhuriyetle Osmanlı arasında ki en önemli fark, merkezle-çevre arasındaki ilişkinin mahiyeti noktasındadır. Osmanlı çevreyle(reaya) tarikatlar aracılığıyla temas kurarken, Cumhuriyet bu damarı kesmiş ve çevre ile teması koparmıştır. Cumhuriyet devrine yetişen bir çok ulema ya tehcire ve tevkife maruz kalmış ya da öldürülmüştür. Çevreyle arasına kalın duvarlar ören Cumhuriyet, çok partili hayata kadar üst perdeden, buyurgan ve elitist tavrını sürdürmüştür. Bu tarihe kadar çevreyi temsil eden halk cahil, mutaassıp, mürteci, yobaz gibi nitelemelere maruz kalmıştır. Yapılan devrimlerle hafızası silinen toplum, ezanın Türkçe okunması garabetiyle de devletin dine kast ettiğine dair kesin kanaat beslemeye başlamıştır. Bu süreçte kimi alim ve hocalar dinin müdafaası adına gizli çalışmalar yapmak zorunda kalmıştır. Cumhuriyet idaresinin jakoben karakteri, doğal olarak halkta savunmacı bir refleksin gelişmesine sebep olmuştur. (Bu noktada bir parantez açarak;şimdilerde gündemlerimizi meşgul eden Gülen Hareketi’nin bu kadar güçlenmesinde Kemalist elitizmin ve jakoben laikliğin rolünün oldukça büyük olduğunu söylemek gerekiyor. Toplumu Gülen ve benzerlerinin kucağına iten koşulların mimarları göz ardı edilerek bugünü sağlıklı değerlendirmek mümkün değildir. Bu nedenle özeleştiri yapılacaksa şayet, doksan küsür yıldır bu ülkede siyasal/hukuki/iktisadi/ ve ictimai hayatın belirleyicisi olan Kemalizme en büyük pay düşmektedir.) Çok partili hayatla birlikte tercih yapma imkanına kavuşan toplum, politik bilinç düzeyi oldukça düşük olmasına rağmen, kendisini kimin yönetmemesi gerektiğini bilecek kadar da basiretli davranmıştır.
 

Çok partili hayata geçişle birlikte Türkiye’de hızlı bir nüfus hareketliliği göze çarpmaktadır. Kırdan kente doğru gerçekleşen bu göç Türkiye’nin siyasal, iktisadi ve ictimai hayatında ciddi dönüşümlerinde habercisidir. Ancak Cumhuriyet Türkiye’sinin merkezi, çevreyle ilişkisini sağlayacak damarları kestiği için kente gelen insanlar ya lümpenleşerek kentlileştiler ya da illegal(!) cemaat/tarikat havzalarına dahil olarak geleneksel dokularını muhafaza etmeye çalıştılar. Bu süreçte siyasal arenada rol alan özellikle sağ/muhafazakar çizgi, kente yığılan bu geniş kitlelerin reylerini alabilmek için cemaat/tarikat havzalarıyla iletişime geçtiler. Böylece aslında illegal olan bu yapılar zımnen legal bir görünüm kazandılar. Bir çok siyasi figür, meşruiyetini bu havzaların icazetlerine borçlandı. Bu durum dinin araçsallaşmasına sebep olmanın yanında, cemaat havzalarının "menfaat devşirme yerleri" olarak kodlanmasına hizmet etti. Artık insanlar yukarıda değinmeye çalıştığım üzere İslam’ın emrettiği birliktelik biçimi olduğu için değil, dünyevi menfaatlerini ve siyasal meşruiyetlerini teminat altına almak için cemaat havzalarına dahil olmaya başladı. Cemaatler, niceliksel oranlarının siyasi ve ekonomik getirilerini gördükçe yatırımlarını da bu yönde yapmaya başladı. Sayısal ve parasal üstünlük aynı zamanda bir "güç" işareti ve "cazibe merkezi" olma imkanı bahşettiği için çalışmalar bu yönde yoğunlaştırıldı. Adaleti, marufu, ihsanı ve izzeti egemen kılmak; fısk, fücur, fahşa, münker, nifak ve tuğyanı ortadan kaldırmak yerine, politik figürlerin teveccühlerine mazhar olmak ve güç elde etmek amacına matuf olarak örgütlenmeler gerçekleştirildi.Bu yapılırken elbette ki aziz İslam’ın mübeşşir ve münzir dili vülgarize edildi. Çünkü kalabalıklar ancak vülgarize edilmiş bir din diline teşneydi. Kitab-ı Kerim’e muğayir ne varsa Batıni/ezoterik kisveye büründürülerek servis edildi. 12. yüzyıl ürünü İşrakilik, yeniden icat edilerek bilgi kaynakları olarak keşf/sezgi/ilham/rüya gibi olgular şiarlaştırıldı. Vahyin muhkem doğası gözlerden ırak tutuldu. Kur’an ile insanlar arasına barikatlar örüldü. Kitab-ı Kerimin sadece belli bir sınıf tarafından anlaşılacağı tezi yaygınlaştırıldı. Çoğu cemaat, çağın yegane ve tartışmasız tanığı, mübelliği ve mübeşşiri olarak kendi üstadını/hocasını/şeyhini mutlaklaştırdı. Kitleler bu üstat/lar tarafından endoktirine edildi ve 15 Temmuz gecesi yaşadığımız vahşette olduğu üzere "terminatör"leşti.
 

Oysa ki İslam’ın önerdiği birliktelik biçimi olan cemaat üst düzey bir bilinçlilik ve farkındalık oluşturmak içindir. Cemaat, muhatabını düşün(e)meyen, yorumla(ya)mayan ve yargıla(ya)mayan bir  kadavra haline getirmez. Bilakis doğru düşünmeyi, doğru yorumlamayı ve doğru yargılamayı öğretir. Siyasi/politik ve enformatik ayartıcılığın revaçta olduğu bir vasatta cemaat, olayları değil olguları konuşmayı ve hikemi/irfani perspektifi derinleştirmeyi salık verir. Batıni/ezoterik/İşraki bir tavrın ve tarzın ikamesi yerine kalp ve akıl, itikat ve ahlak, düşünce ve eylem uyumunu tahkim etmeye çalışır. İslam’ın ilke/prensip ve umdelerinin hiçbir itibarının olmadığı bir tarih/zaman kesitinde cemaat evvela İslam’ın Allah-İnsan-Evren-Tarih-Zaman ve mekan tasavvurunu inşa eder ardından ise bu tasavvurun pratik tecellilerinin ikamesi için çaba gösterir.Ümmet şuurunun yara aldığı,mezhebi ve etnik savrulmaların kızıştığı, kültürel ve tarihsel büyülenmişliğin arttığı, yerel ve milli dinlerin icat edildiği günümüzde cemaat; evrensel bir duyarlılık hali, bütün bir insanlığa hitap edebilecek bir İslami dil, cihanşumül bir farkındalık ve tavizsiz bir müteşerri dil inşa eder/etmelidir. Ülkemizde yaklaşık üç asırdır kimi zaman doğrudan kimi zamansa dolaylı olarak devam eden kimliksizleştirme projelerine karşı cemaat/ler, Mü’min/Müslim kimliğin inşası için ceht etmekle mükelleftirler. Laik/seküler ve pozitivist paradigma ile zihinleri iğdiş edilmiş insanımızın, Batıni argümanlarla daha da düşüncesizleştirilmesine hizmet etmek yerine cemaat/ler insanımızın sahih bilgiyle buluşmasına öncülük etmek mecburiyetindedirler. Cemaatler, dini araçsallaştıran değil tebliğ eden yapılar olmakla öne çıkmalıdırlar.

 

Kamil ERGENÇ

 

(*)Bu yazı Umran Dergisi'nin ekim 2016 sayısında(266.sayı) aynı başlıkla yayınlanmıştır.

 

Yararlanılan Kaynaklar

Müfredat-Rağıb el İsfehani/Çıra yay.

Mukaddime-İbn-i Haldun/Dergah yay.

Din,Kent ve Cemaat Fetullah Gülen Örneği-Ali Bulaç/Ufuk Kitap

Moderniteye Dışardan Bakmak-Mustafa Aydın/Açılım Kitap

İslam’da Modernleşme-Bedri Gencer/Doğu-Batı yay.

Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ-Halil İnalcık/YKY

Öze Dönüş-Ali Şeriati/Kitabevi Yay.

Çağdaş İslami Akımlar-M.Ali BÜYÜKKARA/Klasik Yay.

Şarkiyatçılık-Edward W.Said/Metis yay.

Oryantalizm,Postmodernizm,Globalizm-Bryan S.Turner/Anka Yay.

Türkler,Türkiye ve İslam-Ahmet Yaşar OCAK/İletişim yay.

Diğer Makaleleri