İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Kamil ERGENÇ

Etnosantrik Tepkisellikler ya da Acının Millileş(tiril)mesi

20. yüzyılın başında ulus-devlet eksenli ayrışmaların sonuçlarının en ağır bir şekilde hissedildiği içinde bulunduğumuz zaman diliminde, meseleleri olaylar ekseninde değil olgular ekseninde değerlendirmemiz gerekiyor. Birinci dünya savaşının üzerinden yüz yıllık bir zaman diliminin geçtiği bugünkü evrede, Müslümanlar olarak yaşadığımız mezhebi kırılmalar ve etnisite ekseninde meydana gelen kaotik durum hakkında esaslı değerlendirmeler yapma sorumluluğumuz ihmal edilmemelidir. Mü’min bilincin asla ve kat’a kabul edemeyeceği bu etnik ve mezhebi kırılmaların, aziz kitabımızın tefrikalar karşısında almamız gereken tavırla ilgili emirlerinin tefekkür edilmesi ve rasul-ü zişanın bir vücudun azalarına benzettiği müminler topluluğu metaforunun fehmedilmesi suretiyle aşılacağına dair kanaatimiz katidir.
 

Üzülerek müşahede ediyoruz ki, bugün mübarek Kur’an kendisini müslüman olarak tavsif edenler eliyle "mehcur" bırakılmıştır. Ancak kendisinin İslam anlayışı model olarak alınması halinde Allahın sevdiği kullardan olmanın mümkün olduğu Rasul(a.s), kendisini müslüman olarak tavsif edenler eliyle tarihin belli bir zaman dilimine hapsedilmiş ve yalnızca şekil ve şemail konusu haline getirilmiştir. Muhafazakarlaşmaya razı olmanın acı meyvelerini tatmaya başladık. Post-modern olarak adlandırılan yaşadığımız çağın, dinle ritüeller ekseninde ve kapitalizmi tahkim etmek şartıyla kurduğu temas, İslami dilin özgün ve özgür yönünü zedelediği için, yaşadığımız "etnosantrik" tepkisellikler içeren süreçleri ulus-devlet paradigmasından bağımsız  değerlendiremiyoruz. Zulümlerin dahi etnisite merkezli değerlendirilmesine şahit olduğumuz, etnisiteye halel getirmeyen zulümlerin onaylandığı ve hatta etnik kazanımları muhkemleştiren zulümlere muavenet edildiği bugünlerde, Müslümanlar olarak aktüalitenin iğvasından kendimizi kurtarabilirsek, yapacağımız en iyi şey şüphesiz ki yeniden iman etmek olacaktır.
 
Condelezza Rice’ın Ortadoğu da sınırlar değişecek sözünün üzerinden fazla zaman geçmedi. Suriye’nin, Kuzey Kore ve İran’la beraber Şer Ekseni olarak tanımlanması ise daha dün diyebileceğimiz bir  zaman diliminde gerçekleşti. Dolayısıyla bugün Suriye de yaşananların Ortadoğu’da harita değiştirme operasyonlarının bir sonucu olduğunu ileri sürmek fazlasıyla komplocu bir yaklaşım olarak görülebilirse de, Libya’da yaşanan NATO şemsiyeli neo-kolonyalizm ile Mısır da İhvan üzerinde estirilen terör dalgası Prag Baharı’ndan mülhem Arap Baharı olarak adlandırılan süreçlerin aslında bir devrim olmadığını teyit etmiş oluyor. (Bu durum elbette ki isyan hadiselerinin yaşandığı ülkelerdeki otoritelerin zulümlerini örtbas etmez. Neticede eğer bir yerde isyan varsa orada isyanın zeminini oluşturan bir durum söz konusudur.Ancak isyan edenlerin kovdukları diktatörlerin yerine ne koyacaklarıyla alakalı bir programlarının/hazırlıklarının olmayışı, özellikle Mısır da Mübarek’in devrilmesi sürecinde oldukça işlevsel bir rol oynayan seküler 6 nisan hareketinin OTPOR’la olan teması ve Mursi’nin devrilme sürecinde yine aynı hareketin önemli rol oynaması dikkate değerdir. Bu çerçevede önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz üzere IŞİD tarzı yapılanmaların oryantalistlerin ekmeğine yağ süren ve hatta meşrulaştıran yönünün de gözlerden kaçırılmaması gerekir diye düşünüyorum.)
 
Daha önceki değerlendirmelerimizde de işaret etmeye çalıştığımız üzere oryantalizmin Müslümanların yoğun olarak yaşadığı yerlerde uygulamaya koyduğu stratejilerinin ilkini etnik ve mezhep eksenli ayrışmalar teşkil etmektedir. Bu ayrıştırma çabalarının 20. yüzyılın başında ulus-devlet eksenli oluşumların zeminini hazırladığı ve Osmanlı hinterlandı olarak bilinen coğrafyada 22 ayrı devletin kurulmasına öncülük ettiği bilinmektedir. Yüzyıl önce ulus-devlet olmasına müsaade edilmeyen Kürt Halkı’nın, 1946’da Sovyet desteğiyle İran havzasında kur(dur)ulan bir yıllık Mahabat Kürt Cumhuriyeti tecrübesini saymazsak, bugün ulus-devletleşme sürecine sokulması son zamanlarda yaşanan hadiselerin sebebiyle alakalı belki bir fikir verebilir. Kürt Halkı’nın, Irak-İran-Suriye ve Türkiye’ye dağıtılması süreci tesadüfi değildi. Osmanlı hinterlandında üretilen ulus devletler düşünüldüğünde, gerek tarihi miras ve gerekse demografik yapı olarak ulus-devlet olma koşulunu fazlasıyla yerine getiren Kürtlerin devletleşmesine neden izin verilmediği ve dört ülke arasında paylaştırıldığı sorusu önemlidir. Ve bugün bu dört ülkede mukim Kürtlerin, İran Kürdistanı şimdilik hariç tutularak, Suriye’de ki istikrarsızlık bahane edilmek suretiyle ulus-devletleşme yönünde cesaretlendirilmeleri yeni bir Sykes Pycot sürecine girdiğimizin işareti sayılabilir. Bu noktada Apoist kantonlaşma doktrininin Suriye Kürdistanı’nda,özellikle de Afrin, Cezire ve Kobani’de pratize edilmeye çalışılmasını manidar bulduğumuzu ifade edelim.
 
Suriye Kürdistanı’nın Apoist kantonlaşma doktrininin pratize edildiği yer olması bakımından önemi büyüktür. Afrin, Cezire ve Kobani'nin (aslında Ayn-el Arap olarak bilinen bir yer olmasına rağmen ısrarla Kobani isminin kullanılması sömürgeciliğin bu coğrafyada ne kadar kanıksandığının da bir işaretidir. Kobani ismi 20. yüzyılın başında ki sömürgecilerin burada kurdukları bir petrol şirketinin halk arasında evirilmiş halidir. İngilizcede Company olarak ifadelendirilen şirket, zamanla Kobani olarak kullanılmıştır.) otonom yapılarının muhafaza edilmesi üzerinde bu kadar ısrarla durulması bu yönüyle de değerlendirilmelidir. Kobani düşerse diye başlayıp tehdit ile biten cümlelerin arka planında Apoist teorinin uygulandığı üç yerden biri ve Türkiye’ye en yakını olması dolayısıyla Kobani modelinin, klasik ulus-devlet formundan farklı olarak diğer etnik kimlikleri -Arap, Ermeni ve Ezidileri- de kapsayacak şekilde uygulanan kanton yapısının uzun vadede ulusal bir devlet yapılanması için model olduğu düşünülmektedir.
 
Oryantalizme asistanlık yapan IŞİD’in saldırıları neticesinde gündeme gelen Kobani’de yaşanan dramdan dolayı, şimdiye kadar Suriye’de ki acılara sessiz kalan ve hatta Eset’le işbirliği yapmak suretiyle muhaliflere sırtını dönen ve Suriye’de yaşanan kaos ortamını Apoist kantonlaşma için fırsat olarak değerlendiren, seküler Kürtçü grupların bugün ortaya koyduğu etnosantrik tepkisellikler gayri ahlakidir. Acıyı yalnızca kendi evine düştüğünde hatırlamayı yeğleyen bu anlayış tıpkı Türkmenlere ateş dokunduğunda vaveylayı basan seküler Türkçülerin tavrı kadar bayağıdır.
 
Türkiye Kürdistan’ının Cumhuriyet tarihi buyunca maruz kaldığı asimilasyon eksenli zulüm sürecinin, fizikteki etki-tepki prensibi gereğince ortaya çıkardığı ulusal bilincin, bölge bağlamında en yüksek düzeyde olduğu bir sürece şahitlik etmekteyiz. Seküler Sol Kürtçü bir çizgiyi temsil eden PKK, Türkiye’de henüz hayata geçiremediği ve fakat Suriye’de yaşanan kaos dolayısıyla uygulama fırsatı bulduğu Apoist kantonlaşma doktrinini hayata geçirmektedir. Ancak PKK’nin sol jargon etrafında teorik çerçevesini çizdiği uluslaşma süreci her ne kadar klasik anlamda bir ulus-devlet formu gibi olmasa da, Kobani hadiselerinde de gördüğümüz üzere acıyı dahi "etnosantrik" leştirmesi, oluşturmaya çalıştığı devlet modelinin klasik ulus-devlet modeline yaklaştığının göstergesidir.
 
Modern paradigmanın gölgesinde gerçekleşen bu ulus inşa etme süreci, nihai kertede ikinci dünya savaşıyla kemale erdirilen Avrupa Merkezci insan, evren ve tarih algısının küreselleşmesi politikasına hizmet etmekten başka bir işe yaramayacaktır. Kendisini sol jargonla tanımlamayı ve inşa etmeyi planladığı toplum modelini de sol argümanlar üzerine oturtmayı yeğleyen PKK’nin, gerek silahlı mücadele sürecine girdiğinden beri izlediği "tekçi" yapı, gerekse diğer sol yapılarla Kürdistan’ın kadim İslami değerleriyle savaşma noktasında ortaklaşa hareket etme tarzı, bölgede gerçekleştirilecek bir ulus-devlet formunun Türkçülüğün bu coğrafyanın İslam üst kimlikli halklarına yaşattığı travmanın aynısını Kürt halkına yaşatacağının bir işaretidir aynı zamanda.
 
Modernitede içkin Pozitivist dünya görüşünün Kürdistan’ın temsilcisi iddiasında ki PKK tarafından da kabul ediliyor oluşu, bu coğrafyanın üst kimliği olan İslam’ın, özellikle genç kuşak Kürtler arasında ötekileştirilmesi sonucunu doğurmuştur. Aydınlanma üstatlarının Hıristiyanlık üzerine yaptıkları değerlendirmeleri İslam’a uyarlayan klasik sol entelijansyanın, 20. yüzyılın başında Jön Türklerin temsil ettiği bir misyonla, Kürt halkının  moderniteye entegre edilmesi yönünde gösterdikleri çabalar, içinden geçmekte olduğumuz süreçleri anlamlandırmamız noktasında önemli bir veridir. İslam üst kimliğinin/ümmet perspektifinin kazandırdığı "bir vücudun azaları gibi olma" durumunun bütün Müslüman halkları kucaklayan misyonu yerine ikame edilen ulus-devlet formunun etnisite merkezli duruşu, şayet İslam bütün boyutlarıyla hayatımızda yeniden yer etmez ise bize daha büyük acılar yaşatacaktır.
 
Ölüm gibi en ciddi olgunun dahi etnik kimlikler üzerinden anlamlandırılıyor oluşu ciddi bir hastalıklı tavırdır. Bu tavrın seküler Kürtçülerde olduğu kadar seküler Türkçülerde de azımsanmayacak kadar bariz olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Cumhuriyet tarihi boyunca ulus-devlet paradigmasının ulviliğine iman etmeye zorlanan bu coğrafyanın insanı, gelinen noktada ulus-devlet belasıyla zehirlenmiş durumdadır. Kendisini müslüman olarak tavsif edenlerin ulus-devletin kutsallarına ram olması kabul edilebilir değildir. Aziz ve Mübeccel İslam’ın hikemi, irfani, medeni ve estetik derinliği olan tevhit mefkuresi, kendisine ram olmayı seçenleri cahiliyenin karanlıklarından imanın nuruna çıkaracaktır. Vesselam…
 
Kamil ERGENÇ
kamilergenc@hotmail.com

Diğer Makaleleri