İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Kamil ERGENÇ

Gelenek ve Modernlik Arasında Eğitimde Özgünlük

Eğitim, modern eğitimciler tarafından genel olarak, davranış değiştirme süreci olarak tanımlanır. Bu sürecin başarıya ulaşabilmesi için, kişinin bile isteye sürece dahil olması gerektiği ifade edilir. İcbara dayalı eğitim süreçlerinin görünürde bazı davranış değişiklikleri oluşturmasından söz edilebilirse de, icbar ortadan kalktığında tekrar eski hale dönme durumu ihtimal dahilinde olduğundan, gerçek anlamda bir davranış değişikliğinden söz edilemez. Bu yönüyle eğitim kadim bir meseledir. Prof.Dr. Süleyman Hayri BOLAY’ın Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü’nde ise eğitim "kişinin iyi yetişmesi için kabiliyetlerinin/melekelerinin muhtelif araç ve yöntemlerle gelişmesini temin eden, böylece kişiyi, bir grubu veya bir toplumu belli bir istikamete, bir alana yönlendirerek verimli olmasını sağlayan faaliyetler bütünü" olarak ifade edilmektedir. Demek ki eğitim sürecinde, her halükarda, kişide bir değişim meydana getirme veya kişinin mevcut potansiyellerini harekete geçirerek belli bir alana doğru yönlendirme durumu söz konusudur.

 

Her kültür ve medeniyetin eğitim anlayışı kendine özgüdür. Bu kendine özgülük, o kültür ve medeniyetin insan tasavvuruna göre şekillenir. Denebilir ki, eğitim anlayışı aslında insan anlayışıyla yakından ilişkilidir. Bir kültür ve medeniyetin insan tasavvuru nasılsa, eğitim anlayışı da o tasavvuru besleyecek şekilde yapılandırılmıştır. Bu nedenle, eğitimin kalitesinden bahsetmek için evvela, eğitim sisteminin nasıl bir insan tasavvuruna sahip olduğuna ve nasıl bir insan yetiştirmek istediğine bakılmalıdır. İnsanın kendi kendini inşa eden bir varlık olduğuna inanan bir eğitim anlayışının daha ferdiyetçi olması mümkünken, insanın toplumun ürünü olduğuna inanan bir anlayışın daha kolektif bir perspektife sahip olması beklenebilir. Bireyin bizzat dahil olduğu eğitim-öğretim süreci sona erdiğinde, muhatabında hayatının geri kalan kısmı için sahih adımlar atabilme "bilinçlilik halini" oluşturması beklenir. Geçmişten günümüze mürşit-mürit, muallim-talebe, öğretmen-öğrenci şeklinde farklı isimlerle adlandırılsa da, her halükarda eğitim-öğretim süreci, veren-alan ilişkisi olarak caridir. Teknik ilerlemenin oldukça hızlı gerçekleştiği günümüzde dahi bu ilişki, mekanik düzeyde de olsa, devam etmektedir. Veren-alan arasında gerçekleşen eğitim-öğretim sürecinde en önemli unsurlardan biri de şüphesiz ki "verilen" olarak adlandırabileceğimiz "bilgi"dir.
 

Bilgi, fikir oluşturma sürecinin ilk ve en önemli aşamasıdır. İnsan evvela bilgi edinir. Daha sonra edindiği bilgilerle fikir oluşturur ve bilinçli eylemlilik süreci de bu fikirler çerçevesinde şekillenir. Dolayısıyla bilinçli bir eylemin ortaya çıkmasında en etkili unsur bilgidir denebilir. Sahih bir bilgilenme olmadan sahih bir eylemin gerçekleşmesi mümkün değildir. Eğitim-öğretim sürecinde, verenden alana doğru belli bir içeriğe sahip olarak bilgi aktarımı gerçekleşir. Bu aktarım, "alan kişide" bir perspektif oluşturma amacına matuftur. Bu noktada, bilginin hangi içerikle sunulacağı meselesi gündeme gelecektir ki "değer sistemleri/paradigma/din/ideoloji" burada devreye girer. Bilgiye içerik kazandırma,tamamen değer sistemleriyle alakalıdır. Özellikle insanın varlığının amacı,nereden gelip nereye gittiği, bilginin mahiyeti, eşyanın hakikati, iyi ve kötünün ne olduğu gibi soruların cevaplandırılması noktasında, değer sistemlerinin rolü hayatidir.

 

Bilgi, nötr ve nötr olmayan olarak ikiye ayrılabilir. Matematik, tıp, geometri, fizik v.b bilimsel alanlarda elde edilen bilgiler nötr bilgi sınıfına girer. Dolayısıyla değer sistemleriyle alakası yoktur. Evrende içkin kural ve kanunları, sünnetullahı/adetullahı,deney-gözlem-tecrübe v.s. yollarla keşfetmeye dayanır ve bütün bir insanlığın ortak malı olarak değerlendirilebilir. Bu tarz bilgi, insanın yeryüzüne gönderildiği zamandan beri birikerek bugüne kadar gelmiştir. Dolayısıyla insanlığın ortak hafızası olarak kabul edilebilir. İnsanlığın son önderi Hz. Muhammet(s.a.v)’in "Çin’de de olsa alınız" dediği bilgi bu tarz bilgidir. Örneğin bir Budist’in deney-gözlem-tecrübe yoluyla elde ettiği fizik-matematik-geometri v.b bilgisi onun itikadından izler taşımaz. Dolayısıyla bu bilginin alınması ve/veya kullanılması noktasında herhangi bir sorun söz konusu olamaz. Ancak ahlak, teoloji/ilahiyat, ontoloji, epistemoloji, siyaset v.b alanlarda üretilen bilgi/ler nötr değildir. Bu alanlar, insanın varlık amacı, bilginin mahiyeti, bilmenin ne demek olduğu, ahlakın kaynağı meselesi gibi son derece hayati soruları cevaplamaya ilişkindir ki bir değer sisteminden bağımsız ele alınamaz. Dolayısıyla eğitim-öğretim süreci, bir yandan evrene dair insanlığın ortak bilgi birikimini aktarırken, diğer yandan beslendiği değer sistemine göre insanın varoluşunun amacı, bilginin mahiyeti, ahlakın kaynağı gibi sorulara da cevaplar üretir/üretmesi beklenir.

 

Yüzümüzü geleneğimize döndüğümüzde, eğitim-öğretim sürecinin evvela mescit/cami merkezli olduğunu daha sonra medrese kültürünün oluştuğunu, en nihayetinde ise Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyetle birlikte mektep-okul şeklinde bir dönüşümün gerçekleştiğini görürüz. Son Nebi Hz. Muhammet(s.a.v)’in Medine’ye hicretle beraber temelini attığı cami/mescit eksenli eğitim, Suffe Ashabı olarak ta bilinen seçkin bir kitlenin oluşmasına öncülük etmiştir. Aziz Kur’an’ın bilenlerle bilmeyenler arasına kesin çizgiler çeken sarih beyanı ve ilim sahiplerine/alimlere yüklediği ağır görev, Müslümanların bilgiye ve eğitime oldukça önem vermelerini sağlamıştır. Bu misyonla hareket eden Müslümanlar, Peygamber(s.a.v)’in vefatından çok kısa bir süre sonra, İran-Mısır/İskenderiye-Bizans gibi dönemin köklü medeniyetleriyle korkusuzca temas kurmuş ve bu medeniyetlerin "nötr bilgi" birikiminden istifade etmiştir. Öte yandan teoloji, felsefe,mantık gibi "nötr olmayan" alanlardan yaptırılan tercümeleri, kendi ilim havzalarında ciddi bir tetkike tabi tutmuştur. Müslümanların bu tercüme faaliyetleri, Sicilya ve Endülüs aracılığıyla, Avrupa’da Rönesans-Reform ve Aydınlanma sürecini besleyen önemli bir işlev görmüştür. Abbasiler döneminde tercüme evi olarak inşa edilen Beytül Hikme’de, bilgiye ve bilene çok büyük önem verilmiştir. Avrupa Kıtası’nda yaklaşık sekiz asır devam eden Endülüs’te de, medrese oldukça işlevsel bir rol oynamış, bir çok Avrupa başkentinden bu medreselere öğrenciler gönderilmiştir. Selçuklular döneminde, Nizam’ül Mülk’ün tavassutu ve himmetiyle Nizamiye Medreseleri kurulmuş ve İslam Düşünce geleneğinin önemli simalarından biri olan Gazali bu medreselerde ders vermiştir. Selçuklular sonrasında kurulan Osmanlı Devleti de miras aldığı bu medrese geleneğini, 1453 İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet’in Sahn-ı Seman medreseleriyle devam ettirmiştir. Medrese, uzun yıllar boyunca kendi döneminin sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve sosyo-kültürel soru/n/larına cevap üretmiş ve aynı zamanda mütefekkir, sanatkar, hekim, tarihçi, ilim adamı yetiştirerek toplumun ihtiyaçlarının karşılanmasında hayati rol oynamıştır.

 

Ancak medrese, zamanla dinamizmini kaybetmiş ve düşünce üretimi yerine üretilmiş düşüncenin tekrarını yapan kurumlar haline gelmiştir. Hicri ilk beş asırda devam eden ilmi ve fikri hareketlilik, yerini düşünsel atalete, şerh ve haşiye geleneğine bırakmıştır. Bu duruma düşmenin gerekçesi olarak bir çok husus sayılabilir. Miladi 11. yüzyılda Doğu’da Moğol, Batı’da Haçlı Saldırılarının Müslüman ilim ve fikir havzalarında meydana getirdiği sarsıntı, bu gerekçelerden sadece biridir. Bunun yanında Batıni/içrek/işraki perspektifin İslam Düşüncesi’ne hakim olması da medresenin içe kapanmasında etkili olmuştur. Dini-dünyevi ilimler ayrımının neticesinde medrese "nötr bilgi" alanlarından uzak kalmış ve tabiri caizse tek kanatla uçmaya çalışmıştır.Bu nedenle de Avrupa’da gerçekleşen Rönesans ve reform hareketleri tam anlamıyla takip edilememiş ve bu hareketlerin Avrupa ile yakın temas halinde olan Osmanlı’da ne tür etkilerinin olacağı hesaplanamamıştır. Bu süreçte Avrupa ise 1492’de Endülüs’e son darbeyi vurmuş ve savunma yerine saldırmayı yeğleyen bir tavır takınmıştır. 14. yüzyılda başlayan Oryantalist çalışmalarla Doğu hakkında sistemli bilgi toplayan Avrupa, topladığı bu bilgilerle Doğu, hassaten Müslümanlar, üzerinde tahakküm kurmanın imkanlarını araştırmaya başlamıştır. Aynı zamanda Coğrafi Keşifler için de adım atan Avrupa, artık kendi kabuğunu kırmakta ve dış dünya ile temas kurmaktadır. Bu temas sonrasındadır ki, Avrupa’da derebeylik/feodalite yıkılmış ve oldukça dinamik, dünyayı tanıyan, müteşebbis ve seküler bir sınıf olan burjuva doğmuştur. Yerel/taşralı kimliğinden hızlı bir şekilde kurtulmaya başlayan Avrupa, Westphalia Antlaşmasıyla ulus-devletin temelini atmıştır. Burjuva’nın Protestan ahlakı, Hıristiyanlığın katı yorumu olan Katolikliği ötekileştirmiş ve Luther-Calvin aracılığıyla Avrupa, bir yandan Hıristiyanlığı sekülerleştirerek sanayi devriminin ön hazırlığını yaparken diğer yandan Aydınlanma devriminin yol haritasını belirlemiştir. Descartes’in aklı mutlaklaştıran yaklaşımı ile Bacon’un bilgiyi "güç" olarak tanımlayan perspektifi, Avrupa’da önemli bir çığır açmıştır. Artık yeni bir insan-evren ve tanrı tasavvuru söz konusudur ve yeni/modern Avrupa’yı bu tasavvur inşa edecektir. Şimdilerde globalizm/küreselleşme olarak şahitlik ettiğimiz süreçler ise, bu tasavvurun bütün bir dünyaya enjekte edilmek istenmesinden başka bir şey değildir.

 

Osmanlı’nın Yeni Avrupa’yla ilk yüzleşmesi, 1699 sonrasında askeri alanda alınan mağlubiyet ve akabinde toprak kaybıyla başlamıştır. Ancak bu yüzleşme "taklit" aşamasından ileri gidememiştir. Askeri alanda alınan mağlubiyetin telafisi amacıyla başlatılan modernleşme hamleleri, sonraları toplumsal dokunun değiştirilmesi amacına matuf hale gelmiştir. Mağluplar galipleri taklit eder kavlince Osmanlı, Avrupa’da başlayan modernleşmeyi kendi zemininde de gerçekleştirmek için eğitim anlayışında değişiklikler yapma ihtiyacı hissetmiştir. Avrupa’da gerçekleşen sanayi devrimi sonrası, teknik eğitim alanında duyulan ihtiyacı gidermek için atılan adımlar, aynen Osmanlı’da da atılmış ve özellikle mesleki eğitim yapan okullar ile mühendislik fakültelerinin ihdas edilmesine hız verilmiştir. Bu durum, medreseye giden öğrenci profilinde niteliksel anlamda ciddi değişikliklere sebep olmuş ve mektep-medrese ayrımını, medresenin aleyhine olacak şekilde, derinleştirmiştir. Osmanlı devletinin asıl ihtiyaç alanı olarak belirlediği meslek mekteplerinin sayısı ve öğrenci kalitesi artarken, medrese tabiri caizse ölüme terk edilmiş, yalnızca dini eğitim veren kurumlar olarak varlık göstermişlerdir.Bu sorunlara, kaybedilen savaşların toplumda oluşturduğu psikolojik buhran hali ve medresenin finansmanını sağlayan vakıfların azalması da eklenince, medresenin yaşama imkanı kalmamış ve Cumhuriyetle birlikte tevhid-i tedrisata geçilmiştir.

 

Cumhuriyetin ilanını müteakip çıkarılan tevhid-i tedrisat kanunuyla eğitim-öğretim işleri tek elde toplanmış ve medreseler, bazı yerlerde sembolik olarak kalsalar da, resmi olarak kaldırılmıştır. Cumhuriyeti ilan eden kadroların, Osmanlı modernleşmesini kemale erdirmek amacıyla attıkları radikal kültürel adımlar,Osmanlı’nın "taklit" eksenli modernleşme çabalarını, Batı’ya "motamot" benzemeye dönüştürmüştür. Özellikle dil devrimi "yeni bir düşünme biçimi" oluşturma amacına matuf olarak son derece etkili olmuştur. Dilin arılaşması gerekçesiyle gerçekleştirilen bu devrim, Müslüman’ca düşünmenin imkanlarını ortadan kaldırma gayesine hizmet etmiştir. En hakiki mürşit/yol gösteren olarak ilim ve fenni şiar edinen Cumhuriyet kadroları, eğitim sistemini de bu şiara göre yapılandırmış ve seküler/pozitivist bir perspektifle yeni Cumhuriyetin eğitim anlayışını ihdas etmişlerdir. Yurt dışından getirilen uzmanlarca şekillendirilen Türk eğitim sistemi, dönemin konjonktürüne uygun olarak ulus-devletçi, laik, seküler ve bilimsel olma temel özelliğine sahip olmuştur. Cumhuriyet tarihi boyunca yer yer bazı tadilatlara maruz kalsa da, eğitim sistemi "köklü" bir değişikliğe uğra(tıla)mamıştır. 21. yüzyılı müdrik olduğumuz bugün de, gerek seküler bilginin aktarılması yönüyle gerek 18. yüzyıldan beri devam eden modernleşme hamlelerini muhkemleştirme yönüyle gerekse de yetiştirmek istediği insan tipi itibariyle Türkiye’nin eğitim sistemi "özgün" değildir.

 

Küreselleşme çağında eğitimde özgünlüğü yakalamak, kanaatimizce ne geleneği ne de moderniteyi mutlaklaştırarak mümkündür. Her ikisi de kendi içinde birtakım soru/n/lar ve imkanlar barındırmaktadır. Geleneksel eğitim, özellikle belli bir dönemden sonra, sadece "nötr olmayan" alanların bilgisine yönelerek "nötr" alanları ihmal etmiş ve bundan dolayı da içe kapanma handikabıyla karşı karşıya kalmıştır. Modern eğitim ise tam tersine, bilginin kutsalla ilişkisini keserek onu "güç" olarak tanımlamış ve insanı da bu dünyaya has bir varlık olarak konumlandırarak ahiretle bağını koparmıştır. Bugün yaşadığımız kriz, temelde modern eğitimin bu tamamen dünyevi ve "hikmetsiz" doğasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bize lazım olan "üçüncü bir yol"dur. Bu yol;

 

1-Bilginin kaynağı olarak vahyi merkeze alan

2-Sahih bir insan-evren ve Allah tasavvurunun ancak ve ancak Kur’ana ve ahlakı Kur’an olan Peygamber(s.a.v)’e ram olarak gerçekleşeceğine iman eden

3-Din ve ilim arasında bir çatışma görmeden "nötr alanlarda" elde edilen ve insanlığın ortak birikimi olan bilginin peşinden koşan

4-Kutsal-kutsal olmayan karşıtlığına mahkum olmadan, seküler ve laik bağlamdan kesinlikle uzak kalarak, insan etkinliğinin olduğu her alanda "hikmet" ekseninde bir tavır alışın öznesi olmayı hedefleyen

5-Bilgiyi güç olarak değil, sahih fikre ve sahih eyleme giden yolun ilk adımı olarak gören ve bu münasebetle "enformatik ayartıcılığa" mahkum olmadan "sahih bilginin" peşinden koşan

6-"Akleden Kalp" i özneleştirerek; akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim mefkuresine bağlı olan bir perspektife sahip olmalıdır. Bu perspektifi inşa edebilmek için, evvela mevcut eğitim sisteminin hepimizi nesneleştiren "hikmetsiz" doğasının dışına çıkabilecek cesareti ve iradeyi gösterebilmek gerekmektedir. Kanaatimizce bu, özgünlüğe giden yolda, gömleğin ilk düğmesini doğru iliklemek demektir. Vesselam…

 

Kamil ERGENÇ

kamilergenc@hotmail.com
 

Diğer Makaleleri