İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Kamil ERGENÇ

İkonoklast Peygamberler Şehri: KUDÜS

(*)İkonoklast: putkırıcı/putkıran.
Tarih çok iyi bir öğretmendir. Sadece bugünü anlamamıza yardım etmekle kalmaz, geçmişle yüzleşmenin imkânlarını da öğretir. Böylece geleceği nasıl inşa edeceğimize dair bir perspektif sunar. Oldukça cömerttir. Ancak her öğretmen gibi öğrettiklerinin pratiğini görmek ister. Bu nedenle iyi bir talebe olmasını bekler muhatabından. Atıl, meraksız, hayretsiz, felsefesiz talebelerden nefret eder. Onlara kendisini açmaz. Onun gerçek muhatapları vakanüvistler de değildir. Malumatfuruşluk taslamak için kendisine müracaat edenleri paylar. Bilakis “ilişkilendirme” yeteneğine sahip olanlardan ve yaşadığı zamanın tanığı olmayı şiar edinenlerden hoşlanır. Böylelerine bütün açıklığıyla konuşur. Sanki geçmişi değil şimdiyi konuşuyor zehabına kapılırsınız. Lineercilikten hazzetmez. Olaylar arasında zorunlu ilişki kurma niyetinde olanları zaman zaman uyarır. Olaylara değil olgulara odaklanmaları gerektiğini salık verir. Tikelin değil tümelin, cüz’inin değil küllinin peşinden gitmeyi öğretir. Mutlak determinizmden yana oldukları ve iktisadı, tarihin açıklanmasında haddinden fazla önemsedikleri için Marksistlere mesafelidir. İnsanlığın tarihini teolojik-metafizik-pozitivist olarak kategorize eden Comtçu çizgiyi fazlasıyla materyalist bulur. Modern çağı, zaman algısında meydana getirdiği oldukça ideolojik değişimden dolayı “kriz kültürü” üretmekle itham eder. İnsanlığın ilkellikten medeniliğe doğru doğrusal bir hareket içinde olduğunu, dolayısıyla bugünün geçmişten iyi ve ileride, geleceğin ise bugünden daha iyi ve daha ileride olacağı düşüncesini “katastrofik” bulur. Bu tür çıkarsamaların tarihin kutsaldan bağımsız yorumlanması olduğunu düşünür. Talebelerinin bu seküler yaklaşımlarından müştekidir. Bu nedenledir ki, Peygamberleri filozoflardan çok sever. Gerçek inkılapçıların, fildişi kulelerde teorik mülahazalarla vakit öldüren filozoflar değil, hayata dokunan ve ölümüne riskler alan, istizafa uğrayanlara, mağdurlara, madunlara, yalın ayaklılara, tutunamayanlara yarenlik eden peygamberler olduğunu söyler lisanınca. “İlerleme” kavramının modern çağın “putu” olduğuna dikkat çeker. Bu put sayesinde kolonyalizmin meşruiyet kazandığını, doğanın işkenceye maruz bırakıldığını, toplumların kategorize edildiğini, ’uygarlaştırma misyonu’ klişesiyle işgal ve sömürülerin normalleştiğini beyan eder. Ancak tüm bunlara rağmen istismar edilmekten bir türlü kurtulamaz… Kimi zaman ideolojik kimi zamansa siyasi/politik gerekçelerle tersyüz edilir, araçsallaştırılır…

Şimdi, tarih denen bu cömert öğretmenden 1492 ve sonrasını öğrenmeye gayret edelim. 1492’yi tercih etme sebebimiz, bilinen insanlık tarihinin en kritik kırılmalarından birinin bu tarih ve sonrasında gerçekleşmiş olmasıdır. Yazımızın serlevhası olan Kudüs’ü de yakından ilgilendiren bir tarih olması, 1492’yi tercih etmemizin mühim sebepleri arasındadır. Elbette ki öncesinden bağımsız değildir bu tarih… 1492 ‘ye gelinceye kadar insanlık ailesinin şahit oldukları, bir anlamda, bu tarihten sonrasını hazırlayan koşulların oluşmasında etkili olmuştur. Bunun farkındayız. Amacımız Kudüs’ü de yakından ilgilendiren bu tarihin temsil ettiği kırılmaya dikkat çekmek. Çünkü bu kırılma, bilinen insanlık tarihinde bir benzeri daha olmayan oldukça derin bir krizin habercisidir aynı zamanda… Bu krize, sonraları Aydınlanma Devrimi denecektir.

Bir kere 1492, Modern Avrupa’ya giden yolun açıldığı oldukça önemli bir eşiktir insanlık tarihi açısından. Bu eşiğin iyi anlaşılması gerekir. Çünkü geleneksel dünyanın sonunu getirecek adımların atılması bu tarihi kırılmanın açtığı çığırın sonucudur. İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik arasındaki kadim hesaplaşma, bu tarihten sonra farklı bir boyut kazanır. Putkırıcı/ikonoklast İbrahim (a.s)’de birleşen bu üç büyük dini gelenek, Meryem oğlu İsa (a.s)’nın Yahudi uleması tarafından reddedildiği günden itibaren çekişme içindedir. İnsanlığın son önderi/rehberi Hz. Muhammet (s.a.v)’in, köle/cariye Hacer’in soyundan gelen Araplar arasından seçilmesi ise, amiyane tabirle, bardağı taşıran son damla olur. Çölün yalnız kadını cariye Hacer’in nesli, evin hanımı olan Sare’nin nesli tarafından (İsa’nın da içinde yer aldığı İsrailoğulları) aşağılanır. İlginçtir 1492 bu tarihi husumetin boyut değiştirmesinin de yolunu açacaktır. Roma İmparatorluğu’nun son kalıntısı 1453’te Müslüman ordular tarafından ele geçirildiğinde, Hristiyanlık için artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı anlaşılmıştı. 1492’yle beraber Hıristiyanlık, kendisini yeni bir mekânda, Avrupa’da, yeniden icat eder. Artık Kudüs ötekidir. Çünkü Doğudur. Beytlahimli İsa (a.s) aniden Avrupalılaşır… Kavruk benizli ve kara gözlü Meryem, bir anda sarı saçlı ve mavi gözlü olur. Kudüs’ün yerine Vatikan öne çıkar. 14. yüzyılda Paris, Bologna, Oxford ve Avignon’da kurulan Oryantalist kürsülerin birikimi “Doğu” üzerinde tahakküm kurma amaçlı kullanılmaya başlanır. “Bilgi” geleneksel dünyada işgal ettiği makamdan alaşağı edilir. Kutsalla olan ilişkisi koparılmaya çalışılır ve araçsallaştırılır. Bilgi artık bir tahakküm aracıdır. Hıristiyanlık, Avrupa’da yeniden icat edilir ve Hıristiyanlığa asli vatanını, Kudüs’ü, hatırlatan ne varsa Avrupa’dan kovulur. Endülüs Medeniyetinin imha edildiği ve hem Müslümanların hem de Yahudilerin kıta Avrupa’sından kovulduğu tarihtir 1492…

Müslümanlar için bu tarihi kritik yapan husus ise, Avrupa’nın kendisini yeniden inşa sürecinin Akdeniz’e ve Doğuya (Şark’a) ilişkin emelleridir. Başından beri kendisini bir Batı devleti/İmparatorluğu olarak konumlandıran Osmanlı, bu sürecin acı ve yıkıcı sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalacaktır. Çok değil 1492 den yaklaşık iki asır sonra Avrupa, kendisine âşık olunacak/model alınacak kıvama gelecektir Osmanlı seçkinleri nazarında... Yani Müslümanların tarihin öznesi olma imkânını ellerinden yavaş yavaş çıkarmaya başladığı süreçtir bir yönüyle 1492… Bilinen insanlık tarihi boyunca sürekli olarak mücadelelere/hâkim olma arzusuna konu olan Akdeniz Havzası, bu sefer yeni filizlenen Avrupa’nın hedefindedir. Kudüs’e ihanet etmiş olmanın rahatsızlığıyla Hıristiyanlar, Avrupa kıtasında Kudüs’ü hatırlatan Müslümanlar ve Yahudilerden kurtulmanın yolu olarak tehcir ve tahrip stratejisini seçmiştir. Bu tarihten sonradır ki Müslümanlar nesneleşmeye başladılar ve bu nesneleşme süreci Aydınlanma Devrimiyle kemale ererek, tesirleri bugüne kadar devam eden bir sürecin kapısı aralanmış oldu. Yahudiler ise, sığındıkları Osmanlıda, bir yandan zanaatkârlık alanındaki maharetleriyle teveccühe mazhar olurken, diğer yandan Aydınlanmaya giden süreçte kadim düşmanları Hıristiyanlarla entelektüel/bilimsel düzeyde ittifaklar yaparak, uzun vadede Müslümanların canlarını okuyacak sürecin etkili bir bileşeni oldular. Bu Yahudi-Hıristiyan ittifakı, Kudüs’ün bugünkü durumunu anlamak açısından oldukça önemli işaretler taşımaktadır.

Dolayısıyla Kudüs, bugün modern Avrupa’nın Hıristiyanlığa ihanetinin en önemli göstergelerinden biridir. Vaktiyle Kudüs’ü ele geçirmek için Haçlı Seferi düzenleyecek kadar dindarca (!) bir eylemin mümessili olan Hıristiyanlığın, bugün Kudüs’ü sadece bir ziyaretgâh olarak görmesi üzerinde dikkatlice düşünmek gerekir. Hıristiyanlığın bu ihaneti, 20. yüzyılın ilk yarısında Kudüs’ün Yahudilere peşkeş çekilmesini de açıklar. Tarihsel olarak ciddi iki rakip, hatta İsa(a.s)’nın Yahudi ihbarcı nedeniyle katledilmesinden dolayı amansız iki düşman olan Yahudi ve Hıristiyanların, Kudüs meselesinde ve tüm diğer meselelerde Müslümanlara karşı yaptıkları ittifak, modern çağın doğuşuna zemin hazırlamıştır. Denebilir ki modernite, Müslümanların/İslam’ın tarih sahnesinden silinmesi ve/veya bir iç reform geçirmek suretiyle Hıristiyanlık benzeri bir din haline gelmesi için Yahudi-Hıristiyan ittifakı tarafından üretilmiş bir projedir. Ancak Müslümanlar henüz bu sürecin kendileri aleyhine projelendirilmiş olduğunun idrakinde değillerdir. Bilakis, tam da Yahudi-Hıristiyan ittifakının görmek istediği noktaya doğru hızlı adımlarla ilerlemektedirler. Peki, nedir onların Müslümanları görmek istedikleri nokta? Kanaatimce bu nokta iki maddede özetlenebilir:

1-      İrrasyonel olduğu için Vahyin bilimsel bilgi kategorisi olarak kabul edilemeyeceğine; dolayısıyla rasyonalitesi oldukça güçlü (!) modern dönem insanının hayatında bir karşılığının olmadığına ve sadece tarihsel bir gerçeklik olarak algılanmasına razı olmak
 
2-      Vahyin mücessem örneği olan Rasul (s.a.v)’ün 7. yüzyıl koşullarının ürünü bir Arap tüccarı olmasından mütevellit, her ne kadar kendi dönemi açısından bir misyondan bahsedilebilirse de, “ilerleme” olgusu gereği, bu çağa hitap edemeyeceği ve dolayısıyla model alınamayacağına ikna olmak. Bu iki madde bağlamında, Türkiye özelinde, son zamanlarda “ekranlarda” tartışılan “dini” meselelere bakıldığında, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.

Şimdi Yahudi-Hıristiyan çekişmesinin tarihine kabaca bir göz atalım. Avrupa’nın Yahudi alerjisinin 1492’yle sınırlı kalmadığı, sonraları da devam ettiği, özellikle ikinci dünya savaşı yıllarında bu alerjinin zirve yaptığı ve Yahudilerin Hitler tarafından kitlesel kıyımlara maruz kaldıkları bilinmektedir. Bu kıyımın lütuf mu yoksa bela mı olduğu kimi komplocu çevrelerde tartışıladursun, inkâr edilemez bir gerçeklik olarak şunu söyleyebiliriz ki; Avrupa’da ki Yahudilere yönelik Nazi katliamı, Yahudilerin uzun yıllardır diasporada yaşamış olmalarının acısını yakinen idrak etmelerine ve İsrail işgal devletinin kurulma sürecinin hızlanmasına hizmet etmiştir. Öyle ki İkinci Dünya harbinin hemen akabinde, diaspora Yahudilerinin Filistin’e yönelik sistematik göçleri hızlanmış ve önceden Filistin’e yerleşen Siyonistler ise terörist eylemlerle işgal girişimini başlatmışlardır. Avrupa, bünyesindeki Yahudilerden kurtulmak amacıyla İsrail’in kurulmasına vaziyet etmiş ve hatta desteklemiştir. Sonrasında ise İsrail iktisadi, siyasi ve askeri olarak sürekli desteklenmiş, Ortadoğu olarak adlandırılan coğrafyada ondan daha güçlü bir devletin olmaması için azami gayret gösterilmiştir. Anglosakson dünyanın fiziki liderliğini ele aldıktan sonra -entelektüel liderlik halen Avrupa’dadır- ABD’nin gerek altı gün savaşlarında verdiği askeri, gerekse BM’de İsrail aleyhine alınan kararları veto etme yetkisi sayesinde siyasi destek, bugüne kadar artarak devam etmektedir. Kudüs’ün Yahudilere peşkeş çekilmesine razı olan Avrupa Hıristiyanlığı’nın bu tavrı, yukarıda da işarete etmeye çalıştığımız üzere, muvahhit İsa(a.s) ve onun Pak annesi Meryem(a.s)’in tarihsel mirasının yeniden yorumlanmasının sonucudur. Böylece Hıristiyanlık, kendisini Avrupa’da Kudüssüz bir şekilde, yani İbrahim’i geleneği tersyüz ederek, yeniden inşa etmek durumunda kalmıştır. Çünkü Kudüs aynı zamanda Doğu’yu sembolize eder ve Doğu, Avrupalının nazarında ilkel/barbar/gayr-ı medeni olandır. Yani ehlileştirilmesi gerekendir. Bu nedenle Doğu’ya ait olmak kabul edilemezdir.

Oysaki Kudüs, peygamberlerin atası olarak bilinen putkırıcı/ikonoklast İbrahim (a.s)’den bağımsız düşünülemez. Son ilahi beyan olan Kur’an, İbrahim(a.s)’i örnek bir şahsiyet olarak niteler. Onun Yahudi ve Hıristiyan olmadığını, Hanif bir Müslüman olduğunu sarih bir şekilde beyan eder. Onun babasıyla olan itikat eksenli tartışması, oldukça dokunaklı bir şekilde anlatılır. Pagan kültür içine doğan İbrahim(a.s),kendisini bu kültürün ikonlarını ortadan kaldırmaya adamıştır. Evvela ikon/put yapıcı babasını en güzel şekilde ikaz eder ve fakat sonuç alamaz. Hatta tehdit edilir. Ancak o tüm risklerine rağmen, toplumunun bu paganist/putperest/müşrik inancını sarsmak için, biri hariç, bütün putları (esnam) kırar. Böylece onların tapılmaya değer olmadıklarını halkına göstermek niyetindedir. Taptıkları putlarının acizliğini fark eden halkın kısa süreli sorgulama çabası, dönemin siyasal otoritesi tarafından manipüle edilir ve İbrahim, tanrının temsilcisi olduğunu iddia eden siyasal otorite tarafından en ağır cezaya, yakılarak öldürülme cezasına, çarptırılır. Ancak, kendisine layıkıyla ram olanları hiç bir zaman terk etmeyen mutlaklık makamının yegâne sahibi olan Allah (c.c), beşer âleminin alışageldiği düzenin tek sahibi olduğunu beyan edercesine, yakıcı olan ateşin “yakma” vasfını tam zıddına inkılap ettirir. Muhatabını aciz bıraktığı için mucize olarak adlandırılan bu sahne, hem dönemin pagan ve materyalist paradigmasına, hem de günümüzün scientist/bilimci ve rasyonalist algısına bir meydan okuyuştur.

Bugünkü Irak havalisinde, Ur Şehrinde, yaşamış olan İbrahim (a.s) pagan/müşrik düzen (ler) le mücadele azmini evlatları İsmail (a.s) ve İshak (a.s)’a miras bırakır. Onlarda çocuklarına… İsmail Araplara, İshak ise Filistin topraklarına tayin edilirler. Her ikisi de gittikleri yerlerde babalarından öğrendikleri tevhit akidesinin yerleşmesi için çaba gösterirler. Dönem itibariyle Şam sınırları içinde yer alan Kudüs de bu öğretiden nasibini alır. İshak’ın soyundan gelen peygamberler, Mısır’a egemen olan Yusuf (a.s) müstesna, genel itibariyle Kudüs’ü de içine alan Filistin topraklarında pagan kültürden kaynaklı adaletsizliklerle, ahlaksızlıklarla mücadele ederler. İsa (a.s), Kudüs’ü de kontrol altında tutan Roma düzeni içine doğduğundan onun mücadelesi daha çetin geçer. Karşısında oldukça güçlü müesses bir nizam olarak Roma ve onun kokuşmuş toplumsal düzeni vardır. Irkçı, kapitalist ve müstehcen Roma düzenine karşı İsa (a.s) canhıraş bir mücadele verir. Kurulu düzeni sarsar. Kendisine inanan mü’minleriyle Roma’nın bayağılığına bulaşmadan bir “cemaat” olarak yaşamaya başlar. Ancak atalarının maruz kaldığı gibi o da kurulu düzenin temsilcileri tarafından kovuşturmaya tabi tutulur ve ihanete uğrar. Hıristiyanlar onun çarmıha gerildiğine inansalar da son ilahi beyan, Kur’an, onun Rabbinin katına yükseltildiğini söyler. İsa’yı Romalılara gammazlayanın bir Yahudi olması, iki büyük din (Yahudilik ve Hıristiyanlık) arasındaki savaşın/kavganın en önemli sebeplerinden biridir. Öncesinde, Yahudi ulemasından olan Ferisi ve Sadukiler de İsa’yı reddederler. Onun, yerleşik düzeni sarsacağından ve kurdukları dini sömürgeciliği ortadan kaldıracağından endişe ederler. Aynı kişiler, İsa’nın akrabası ve çağdaşı Yahya(a.s) peygamberin, bir fahişenin sözüyle infaz edilmesinde de sessiz kalmışlardır. Kudüs, ihanet üstüne ihanete şahitlik etmektedir. Ancak bu ihanetler cezasız kalmaz. Allah (c.c), Roma otoritesini İsmailoğlularına musallat eder ve M.S.70’te Kudüs, tarihin gördüğü en büyük katliam ve talanlardan birine şahitlik eder. On binlerce Yahudi öldürülür ve bir o kadarı da esir edilir ve köleleştirilir. Süleyman mabedi ve Tevrat metinlerinin saklı olduğu sanduka da bu talan esnasında tahrip edilir. Bugün İsrail işgal devleti, Aksa’nın altında yaptığı kazılarda hala o gün kaybolan metinleri ve tahrip edilen Süleyman mabedine ait kalıntıları aramaktadır. Bulması durumunda buranın kendilerine ait olduğunu iddia edecek ve Müslümanları buradan daha rahat çıkaracaktır.

İbrahim’i gelenek Kudüs’ün tarihinde oldukça mühim bir rol oynar. Bu nedenle ilmi/entelektüel sorumluluğa sahip olan hiçbir tarihçi, Kudüs’ü put kırıcı İbrahim ve onun soyundan gelen peygamberlerden bağımsız değerlendiremez. Bilinen insanlık tarihinin son 4500 yılına tanıklık etmiş olan bu aziz beldenin nebevi mirası, burayı bir “şiar” olarak görmemizi gerektirir. Kudüs’ün bugün Siyonist işgalle anılıyor olması, sadece Müslümanlar açısından değil hakkaniyetten nasipdar tüm Yahudi ve Hıristiyanlar için de trajiktir. İsrail’in bütün Dünya’nın gözü önünde işlediği cinayetler/barbarlıklar, bir şiar olarak Kudüs’ün hürmetine aykırılık teşkil etmektedir. Tarih boyunca maruz kaldıkları insanlık dışı muameleleri bugün Filistin halkına reva gören İsrail işgal devleti’nin, Kudüs’ün tevhidi mirasına sahip çıkması zaten beklenemez. İsrail işgal devleti, geçmişte atalarının yaptığı gibi nebevi mirası tersyüz etmekte, hakikati çarpıtmakta ve Siyonist emelleri için hakikati tahrif etmektedir.

Sonuç olarak denebilir ki; Nasıl ki İslam kendisinden önce inzal edilmiş hakikatleri tasdik eden ve kemale erdiren bir mahiyete sahip son ve mükemmel ilahi beyansa ve Rasul (s.a.v)  peygamberler zincirinin son halkası ve âlemlere rahmet ise, tevhidi bir şiar olarak Kudüs, bu silsile içerisinde, son ilahi din olan İslam’ın alemdarlığında İbrahim’i geleneğin soylu bir temsilcisi olarak tarihi misyonunu yerine getirmelidir. Bu noktada esas görev, kendisini Müslüman olarak adlandıranların üzerindedir. Çünkü gerek Yahudiler gerekse Hıristiyanlar bu tevhidi şiarın hürmetini takdir edecek hakikate sahip değillerdir. Onlar, gazaba uğrayanlar ve sapıtanlar olarak aziz Kur’an tarafından tescillenmişlerdir. Bu nedenledir ki Kudüs için savaşmak, tevhidi bir şiarın özgürlüğü için savaşmaktır. Modern tarihin peygamberlik misyonuna tanıklık eden şehirleri unutturma, onların yerine aydınlanma aklının inşa ettiği “rasyonel” şehirleri ikame etme çabasına rağmen Kudüs, her fırsatta, tanıklık ettiği tevhidi mirası hatırlatmakta ve insanlık ailesine, tarih bilincinin “ilerleme” putunun tasallutundan kurtularak inşa edilmesi gerektiğini haykırmaktadır. Kudüs, vahyin insanlık tarihinde ki hayati rolünün ete kemiğe büründüğü müstesna bir beldedir. Vesselam…

Kamil ERGENÇ
 
 

Diğer Makaleleri