İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Kamil ERGENÇ

Tanıma ve bilme arasında İnsan

İnsanın tarihi serüvenindeki bilme arzusu neyi, niçin ve nasıl bilmeliyim soruları etrafında şekillenmiştir. Bu bilme arzusu herhangi bir huduttan/sınırdan bağımsız olduğunda ya da insan bilgisiyle her şeyi ihata edebileceği kanaatine vardığında "müstağnileşme" denilen durum ortaya çıkmaktadır. Bu durum insanın kendi kendine yetebileceğini zannetmesi ve kendisini "norm koyucu" olarak telakki etmesi sürecini de beslemektedir. Burada söz konusu edilen bilme arzusunun bizatihi kendisi değildir. İnsan elbette ki bilmek isteyecektir. Ancak bilme eyleminin sınırlı olduğunu unutması onu "hadsiz" yapabilmektedir. Bilim devrimiyle kilise/papazlar yerine ihdas edilen bilim adamlarının ve üniversitelerin zamanla metafizik alana dahil olan konuları da aklileştirmeye çalışmaları bilme arzusunda ki hadsizliğin neticesidir. Oysa ki İslami literatürde gayb-şehadet ayrımı yapılarak Melek, şeytan, cin, ruh gibi soyut varlıklar, bilgisi Allah katında olan ve ancak Allah’ın bildirdiği kadarıyla bilinebilecek varlıklar olarak tanımlanır ve bu varlıklar hakkında spekülasyon yapmak doğru karşılanmaz. Gayb hakkında konuşmak zanni olduğundan ve zan da hakikat ifade etmediğinden gayba iman edilir. Bu bağlamda Batı’nın metafizik dediğiyle İslam’ın gayb dediği aynı değildir. Ortaçağ katolisizminin bilgide tekel olmak suretiyle işgal ettiği yer artık bilim tarafından işgal edilmektedir. Bugün ise bilimde yaşanan "ilerleme" varlığın fıtratıyla oynayabilecek duruma gelmiştir. İnsan kopyalama ve/veya tohumların genleriyle oynama çabaları bu had bilmezliğin neticesidir. Had/hudut tanımayan insan tanrısıyla kopardığı bağı bir türlü kuramamaktadır.

Bu noktada insan-Allah, insan-insan ve insan-evren ilişkisi tanıma (irfan/marifet) ile mümkünken; Allah-insan, Allah-evren ilişkisi bilme(ilm) ile mümkündür. Bu bağlamda Rağıb el İsfehani Müfredatında (A-R-F) köküyle ilgili şu açıklamayı yapar: ''İrfan ve marifet bir şeyin izini tefekkür ederek ve derin düşünerek onu algılamaktır. Bu kelime "ilm" kelimesinden daha dar kapsamlıdır. Onun zıddı ise "inkar"dır. "Fulanun ya’rifullah/falan kişi Allah’ı kabul etmektedir/tanımaktadır denir; fakat tek bir mef’ul getirilerek fulanun ya’lemullah/falan kişi Allah’ı bilmektedir denilmez. Zira beşerin Allah’ı bilmesi, onun zatını idrak etmekle değil, eserlerini düşünmekle olur. Aynı şekilde Allahu ya’lemu keza/Allah şunu bilir denir; fakat Allah şunu tanır denilmez. Çünkü marifet, tefekkürle ulaşılan sınırlı bilgi için kullanılır." Dolayısıyla insan Allah’ı "bilemez" fakat "tanıyabilir". Çünkü bilme, bir şeyi bütün hususiyetleriyle ihtiva etmek demektir. Bu nedenle insan Allah’ı ancak ve ancak kendisini tanıttığı kadarıyla tanıyabilir. Yani kul "ben Allah’ı biliyorum" yerine "ben Allah’ı tanıyorum" demelidir. Aynı durum insan-insan ve insan-evren ilişkisi için de geçerlidir. İnsan, hemcinsi olan başka bir insanı ancak muhatabı kendisini tanıttığı kadarıyla tanıyabilir. Onu bütün hususiyetleriyle ''bilemez''. Bundan dolayıdır ki uzun süre görüşemediğimiz bir tanıdığımızla karşılaştığımızda "beni bildin mi?" değil "beni tanıdın mı?"deriz. Ya da yeni karşılaştığımız biriyle muhabbet kurmak için atılan adımın adı "tanışmadır", "bilişme" değil. Nitekim evren için de aynı şey geçerlidir. Evrenin ne olduğu ve niçin öyle olduğu sorusu tarih boyunca alimlerin/mütefekkirlerin/filozofların en fazla meşgul oldukları soru olmasına rağmen ancak o günkü bilgileri muvacehesinde tespitler yapabilmişlerdir. Nitekim bazı tespitleri sonradan meydana gelen bilimsel gelişmelerle yanlışlanmış bazıları ise doğrulanabilmiştir. Fakat tam anlamıyla evreni "bilme" gerçekleşmemiştir ve dünyanın nihayetine kadar da gerçekleş(e)meyecektir.

Yakın zamanda CERN de yapılan deneylerle insanın bu "bilme sancısı" giderilmeye çalışılsa da yine bugünkü bilimsel veriler ışığında tespitler yapılabilmekte ve bu tespitler nihai olamamaktadır. 20.yüzyılın başına kadar maddenin en küçük yapı taşı  atom olarak bilinirken, şimdi atom altı parçacıkların bulunmuş olması da insanın bilgisinin sınırlılığını ve dönemselliğini göstermektedir. Bu zaviyeden olmak üzere insan evreni tam anlamıyla bilemez ve fakat evrende içkin kanunları/sünnetullahı tespit edebilir ki bu da tanımadır. Bu bağlamda İslam arifleri "nefsini tanıyan(irfan/marifet) rabbini tanır(irfan/marifet)" diyerek yukarıda ifade etmeye çalıştığımız duruma dikkat çekmişlerdir. Yani insanın kendi nefsini "bilmesi(ilm)" de mümkün değildir. Nefsini ancak belli bazı hususiyetleriyle tanıyabilir. İlim kavramının irfan kavramını ihtiva eden yönü hatırlandığında bilmek ve tanımak arasındaki fark da ortaya çıkmaktadır. "Allah yarattığını bilmez mi(ilm)" (Mülk-14) ayeti de gösteriyor ki Allah zerreden küreye bütün yarattıklarını tüm hususiyetleriyle bilir(ilm). Dolayısıyla en iyi bilenin norm koyucu olarak kabul edilmesi insanın dünya sürgününü anlamlı kılması için gereklidir. En iyi bilenin yerine bilenler ihdas etmek tevhit akidesine halel getirecektir ki bu durum şirke kapı açmaktır.

Bilginin hakikatle temas kurma aracı olarak değil de güç olarak tanımlandığı 17. yüzyıldan buyana insana ve evrene hakim olma arzusu karşımıza müstağnileşmiş bir insan tipi çıkardı. Şimdilerde post-modern paradigmaya yaslanarak arzularının esiri olan bu insan tipinin aziz kitabımızn cahiliye olarak adlandırdığı dönemin zihin dünyasından pek farkı yok. Bu yönüyle modern/post-modern paradigmanın merhum Seyyit Kutup’tan mülhem olarak cahili değerler sistemiyle olan yakınlığı dikkat çekicidir. Cahiliyeyi sadece belli bir tarih kesiti ve o kesitte cereyan eden zihin ve eylem durumu olarak değil vahye muğayir Allah-insan ve evren tanımının yapıldığı her dönem için kullanıyoruz. Burada söz konusu olan bir tanrıyı kabul etme veya etmeme meselesi değildir. Çünkü 7. yüzyıl cahiliyesi Allah’ı yaratıcı, hayat bahşedici, yağmuru yağdıran, adına yeminler edilen ve Kabe’nin rabbi gibi hususiyetleriyle zaten kabul ediyorlardı. Burada söz konusu edilen Allah’ı hakkıyla takdir etmek, onun ilah ve rab olarak kabul edilmesi meselesidir. Aziz İslamın beyanına göre Allah’ı ilah ve rab olarak kabul etmek, bütün bir hayatı onun vazettiği değerler sistemine göre tanzim etmek anlamına gelmektedir. Dolayısla hayatın bütünlüğünü bozan yani birden fazla hayat ve birden fazla norm koyucu ihdas eden her yaklaşım batıldır. Zaten tevhid de hayatı bir bütün olarak kabul edip o bütünde Allahın rızasına muvafık eylemlilikler geliştirmekten başka nedir ki? Vesselam...

Kamil ERGENÇ
kamilergenc@hotmail.com

Diğer Makaleleri