İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Kamil ERGENÇ

Ayrımlı Düşünüş ve Azgınlaşma

Unutmamak gerekir ki vahyin muhatabı insandır. Allah, (c.c.) yarattığı bu mükerrem varlığı muhatap almak suretiyle onun varoluş sancısını giderecek bir reçete sunarak, gerek hemcinsleriyle olan münasebetlerini nasıl düzenleyeceğini gerekse de yaşadığı dünyayı mamur etme sorumluluğunu nasıl yerine getireceğini ona öğretmiştir. Vahyin ilke ve prensipleri hayattan kopuk değil bilakis hayata tatbik edilebilecek yani pratiği olan ilke ve prensiplerdir. Bu yaşanabilirliği sayesinde aziz İslam, çölün verimsiz topraklarında yaşayan bedevi bir toplumu insanlık ailesinin en müstesna şahsiyetleri haline getirmiş ve bir benzeri daha olmayan bir hızla, adeta bir tusunami dalgası gibi, etrafını etkisi altına alarak çağının en kudretli medeniyetlerini dize getirmek suretiyle küresel/evrensel bir din olmuştur. Tevhit eksenli düşünüşün bayraktarlığını yapmanın verdiği özgüvenle İslam ordusu neferi İran Kisra’sı karşısında "sizi kula kulluktan Allah’a kulluğa, tanrıların zulmünden tek bir Allah'ın adaletine çağırıyoruz" diyebilecek bir celadet ve şecaat abidesi haline gelmiştir. Aziz İslam, Froud’un diyalektiğindeki öfke/gazap/şiddet duygusunu, Allah’ın muradına uygun bir ceht şuuruyla harmanlayarak, aklın otonomlaşması durumunda insanı den’ileştiren sufli duyguların dahi, İslam’a ram olduğunda nasıl hayır hasıl ettiğinin en güzel örnekliğini vermiştir.

Tevhit eksenli düşünüşte dini-dünyevi, dünyevi-uhrevi, ruh-beden, kamusal-özel ayrımları anlamsızdır. İnsan hayatında dinin müdahale sahasına girmeyen hiçbir alan olmadığı için dini-dünyevi ayrımı da kabul edilebilir değildir. Din, hayatın her veçhesinin ilahi rızaya muvafık eylemliliklerle kuşatılmasını salık veren ahlaki değerler sisteminin adıdır. Bundan dolayı dini-dünyevi ayrımı seküler bir ayrımdır. Sekülerlik ise Allah’ın müdahil olmadığı alanlar ihdas etme çabasının bir ürünü olduğundan, İslami literatürde "şirk’’ kavramına karşılık gelmektedir. Allah alemlerin rabbi/yetiştiricisi/terbiye edicisi, ilahı/hakimi ve insana şah damarından daha yakın olduğundan onun müdahil olmadığı bir alan tasavvur etmekte imkansızdır. Tevhit aynı zamanda dünya ile ahireti birle(ştir)mektir. Çünkü dünya ahireti, ahiret ise dünyayı etkilemektedir. Dünya ahireti etkilemektedir; zira İslam’ın insanı dünyada yaptıklarıyla ahiretini ya mamur ya da mahv edeceğini bilir. Dolayısıyla ahirette nasıl karşılık bulacağını düşünerek de dünyada eylemde bulunur. Bu nedenle dünya ve ahiret birbirini karşılıklı olarak etkileyen bir pozisyondadır. Binaenaleyh Müslüman kişi dünyayı olumsuzlamaz. Çünkü azığını burada hazırlamaktadır.

Kamusal-özel  ayrımı da bu bağlamda değerlendirilebilir. Bu ayrımdan kasıt kamuya/topluma ait olanla, insanın bizzat kendisine ait olan alanlar ihdas etme ve her iki alanı ayrı paradigma/değerler sistemi bağlamında değerlendirerek insanı şizofrenik bir varlık haline getirmektir. Mekanın mülkiyetinin Allah'tan alınması anlamına gelen bu "ayrımlı" düşünüş, Allah'tan boşalttığı bu alanda devleti ve insanı konumlandırmaktadır. Göklerin ve yerin mülkünün kendisine ait olduğu Allah’ın mekan üzerindeki tasarrufunun kabul edilmediği bu telakki "mustağnilik" tavrını beslemektedir. Bu tavrın neticesinde Kamu, tayin edici/norm koyucu pozisyona getirilmiş olmakta, kamu yararı ise adeta tanrı buyruğu gibi görülmektedir. Artık kamu denen şey neyi arzuluyorsa onu yapabilmektedir. Velev ki arzuladığı fahşa ve münker olsun…

Had bilmezliğin müstağnilik tavrını beslediği hakikati bizzat aziz kitabımız tarafından beyan edilmektedir. Müstağnilik insanın kendisini yeterli görmesi, Allah’a bağımlı oluşunu unutması ve bu sebeple azgınlaşması demektir. Müstağni kavramıyla bağlantılı olarak (T-Ğ-Y) kökünden gelen kavramları açıklarken Rağıb el-İsfehani; azgınlaşma, haddi aşma, taşkınlık etme, azma gibi anlamlar eşliğinde Aziz Kur’an’dan aşağıdaki örnekleri verir.

Naziat suresi 10.ayette "Firavuna git;çünkü o azdı(teğa)"

Alak suresi 6-7.ayetle "Hayır gerçekten insan azar(yetğa). Ne zaman kendini yeterli görse(müstağni/istiğna)"

Şems suresi 11 ayet "Semud kavmi azgınlığı(teğva) yüzünden hakkı yalanladı"

Hakka suresi 11.ayet "Sular azgınlaşınca(teğa) biz sizi gemide taşıdık"

Tevhit, mustağnilik taslama temayülü bulunan insanı her daim Allaha bağımlı olduğu gerçeğini izhar ederek evvela insanı kendisinden/nefsinden ardından da diğer insanları azgınlaşma tehlikesi bulunan bu varlıktan korumaktadır. Yani tevhit insanla-insan, insanla-evren ve insanla-Allah arasına bir "sınır/had" çizmektedir. Bu sınırın ihlali durumunda ortaya çıkabilecek durumlarla ilgili muhatabını uyararak "sınır ihlali" yapmamasını yani haddini/hududunu bilmesini salık vermektedir. Devlet otoritesini, Hegel’den mülhem, adeta tanrısal bir erk olarak görmenin sonucu olarak kamusal-özel ayrımı hayatı parçalamakta ve her parçaya ayrı bir norm koyucu tayin etmektedir. Özel alanın tayin edicisi/tanrısı insan, kamusal alanın ise devlet olmaktadır. Özellikle demokratik teamüllerin geçerliliği çerçevesinde anlam kazanan kamu yararı, modern ulus-devlet formlarının, ister kapitalist ister komünist olsun, hemen hepsinde ortaktır. Kamu yararı, aslında ulus-devlet formunun korunması ve tanrının tayin edici yönünün reddi anlamına gelmektedir.

Tevhidin birleme ilkesi bu alanda da ayrımlı düşünmeyi reddeder. İslam’ın insanı kamu ve özel ayrımı yapmaksızın hayatın her alanında Müslümanca yaşamanın gerekliliklerine göre hareket eder. Yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız üzere insan hayatında dinin müdahil olmadığı hiçbir alan olmadığından özel ve kamusal ayrımı da Müslüman için anlamsızlaşmaktadır. Müslümanların, hayatı şekillendiren ve kamuya rengini veren cami/mescit eksenli yaşantıları, hem özel alanlarında hem de kamuda sorumluluk bilincinin en üst noktada tebarüz etmesini sağlar. Toplum olarak değil cemaat olarak Müslümanlar dinamik ve organik yapılarıyla birbirlerine karşı sorumlu, maruf olanı emreden ve münker olandan nehyeden muvahhit bilinciyle hayatı imar ederler. Toplum kavramının bir arada yaşamaya ve belirli hedefleri gerçekleştirmeye karar vermiş; aynı tarihi ve kültürel geçmişe sahip "bireylerden" müteşekkil bir yapı olduğu  gerçeği hatırlandığında, Müslümanların neden cemaat olmaları gerektiği daha iyi anlaşılacaktır. Toplum bağının oluşmasında aynı tarihi ve kültürel geçmiş önemliyken, cemaat bağı için aynı dine/itikada mensup olmak yeterlidir. Toplum, kendisiyle aynı tarihi ve kültürel geçmişe sahip olmayanları ayrıştırırken, tevhit eksenli düşünüş muhatabını, ümmet perspektifiyle inşa eder. Bu perspektife göre iman bağı bütün bağların fevkindedir. Bu yüzden Müslümanlar kendilerini herhangi bir yerelliğe mahkum edemezler. Çünkü cemaat olma sorumluluğu Müslümanları küresel anlamda ümmet olmaya sevk eder. Ümmet ise kendisini herhangi bir coğrafi bağla sınırlamayan itikadi bütünlüğün adıdır. Göklerin ve yerin mülkü Allaha ait olduğundan Müslümanların, teritoryal fetişizm anlamına gelen ulus-devlet formlarına itiraz ederek ümmet perspektifini inşa ve ihya etmeleri elzemdir.

Vesselam...

Diğer Makaleleri