İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Kamil ERGENÇ

Yanıltıcı İyimserlikler Biriktirmek

Düşünmeyi terk eden toplumların özgürlüğünden bahsetmek hayaldir. Sahih bilgiye âşık olması gerekenlerin -yani Müslümanların- yanıltıcı/ayartıcı/iğdiş edici bilgiye müptela olması kadar bayağı bir durum düşünülemez. Yaşadığı zamana/çağa gerçek anlamda tanıklık etmesi gereken Müslümanların sanki bu çağda değil de yüzyıllar öncesinde yaşıyormuş gibi davranması, hem çağın efkârına nüfuz etmeyi imkânsızlaştırıyor hem de yanıltıcı iyimserlikler biriktirmemize sebep oluyor. Günlük hayatın dağdağası içinde hayati olan soru ve sorunları konuşmak yerine, asla gündem olmaması gereken hususlar etrafında laf ebeliği yaparak zamanımızı tüketiyoruz. ’Şanlı tarih’’ ve ‘’yüce medeniyetimiz’’ klişeleri etrafında sürekli spekülasyon yaptığımız için; bugüne gelmeyi, bugünün gerçekleriyle yüzleşmeyi, bugüne dair çözümlemeler yapmayı, bugünün efkarını müdrik olmayı ve bugüne söz söylemeyi başaramıyoruz. Ülke olarak kendimizi kaptırdığımız bu romantizm, sadece zihinlerimizi felç etmekle kalmıyor. Aynı zamanda İslami bir geleceğin inşa edilmesi umudunu törpülüyor.

Müslümanlar olarak yaklaşık dört asırdır tarihin nesnesi durumundayız. Bu dört asrın son iki asrı ise seküler bilginin tahakkümü altında geçti/geçiyor. Aydınlanma felsefesinin, başta merkezi Avrupa olmak üzere bütün bir Küre’yi tesiri altına almaya başladığı zamanlardan beri, Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda çok ciddi zihinsel altüst oluşlar yaşandı. Bu altüst oluşlara engel olacak dil/düşünce/felsefe/edebiyat üretilemediği için yenilgi içselleştirildi ve adeta bir kader gibi kabul edildi. İslam’ın yeniden tarihin öznesi olabileceğine dair beslenen umutlar, bu altüst oluşlar neticesinde rafa kalktı. Avrupa merkezci insan, evren, Tanrı, zaman, mekân ve tarih algısı mutlaklaştırılarak, İslam’ın ilke/prensip ve umdeleri bu algıya göre yeniden yorumlandı. Böylece sentezci/senkterik ve amorf bir din dili Müslümanlar tarafından içselleştirildi. ’Ne olsa gider” aforizmasının pratiği olan post-modern süreçler ise Müslüman muhayyiledeki altüst oluşları daha da derinleştirdi.

Muhafazakâr demokrat retoriğin istese de başa çıkamayacağı bu tazyik-ki muhafazakâr demokrasi sekülerliğin meşruiyetini tartışma dışı tutmaktadır -İslamcı iddialı hareketleri de etkilemiş görünmektedir. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslam’ın ilke/prensip ve umdelerinin hayata egemen kılınması; İslami şiarların özgürleştirilmesi; İslam toplumlarının emperyal projeler kapsamında sömürgeleştirilmesinin engellenmesi amacıyla canhıraş bir mücadele veren İslamcılık, Türkiye özelinde, muhafazakâr demokrasiyle izdivacından beri esasa taalluk eden hususlarda konuşmak yerine, verili olanın muhafaza edilmesi amacına matuf tavır alışlar gerçekleştirmektedir. Bu durum, yüzyıllardır aldatılan/ayartılan ve düşüncesizleştirilen Müslüman halklara uyanış aşısı yapacak en dinamik fikriyatın, İslamcılığın, içerik kaybına uğradığının delilidir. Türkiye özelinde İslamcılık, her geçen gün Türk-İslamcı perspektifin tesiri altına girmekte ve adeta intihar etmektedir.

Eleştirel bir dikkat, deruni bir farkındalık bilinci ve üst düzey bir tarih felsefesi perspektifiyle cesur sorular sormak, cesur cevaplar vermek ve gerek moderniteyle gerekse de gelenekle müteşerri bir dille yüzleşmek ihmale gelmez bir sorumluluk iken, ’’ununu elemiş eleğini asmış’’lara mahsus bir tavrın ve tarzın mümessili olmak Müslümanlar için kabul edilebilir değildir. İslami mücadeleyi, adalet/ahlak/nitelik bağlamından çıkarıp folklorik/romantik ve niceliksel bağlamlara hapsetmek, her şeyden önce, bir tür konformizm göstergesidir. Öyle ki bu konformizm nedeniyle elimizden kaçıp gidenin ne olduğunu fark edemiyoruz. Gerçeği bir türlü görememe veya görmek istememe gibi tedavisi zor bir hastalığa düçar olmuş vaziyetteyiz. Oldukça ağır mağlubiyetler yaşıyor olmamıza rağmen, zafer naraları atıyoruz. Tamamen kendi sorumsuzluklarımızın eseri olan ‘’zihinsel sömürgeleşme’’ halimizin müsebbibi olarak başkalarını suçlayıp, romantik yanılgılar içinde yaşamayı tercih ediyoruz. Mukaddes tarih söyleminin efsunuyla efsunlanmış halimiz, post-kolonyal zamanların madunlaştırma -Spivak’ın kulakları çınlasın- taktiklerini görmemizi engelliyor. Gerçeğe nüfuz etmek için çaba göstermek yerine, aktüel politik ayartıcılıkların ardından sürüklenmeyi yeğliyoruz. Bu durum sadece trajik değil aynı zamanda patolojik…

Peki, bunu neden yapıyoruz? Sürekli geçmişten bahsederek/geçmişe referans vererek ‘’bir zamanlar’ ’la başlayıp ‘’kadim medeniyetimiz’’le biten cümlelerin bütün konuşmalarımızın ana eksenini oluşturmasının sebebi nedir? 17. yüzyılın sonundan itibaren bermutat yaşadığımız askeri/siyasi/felsefi/entelektüel mağlubiyetlerin üzerimizde oluşturduğu acziyeti telafi etmek mi? Yoksa her gün biraz daha Protestanlaşan yanımızı bir süreliğine görmezden gelip bir nevi duygusal istimna yaşayarak rahatlamak mı? Nedir gerçek sebep? Bugünü konuşmaya, bugüne dair çözümlemeler yapmaya ne zaman başlamayı düşünüyoruz? Aziz ve mübarek İslam’ın ulvi ilkelerini kof Sultanlıkları/meliklikleri/tiranlıkları için araçsallaştıran İslam imparatorluklarının(!) yapıp etmeleri üzerinden bugünün dünyasının nabzını tutmanın, bugüne özgü bir söylem geliştirmenin mümkün olmadığını ne zaman fark edeceğiz? Hele ki bu söylem, son nebi(s.a.v)’nin ahirete irtihalinden miladi 13. yüzyıla kadar sürekli devam ilmi/entelektüel/felsefi/hikemi birikimi, içe kapanmanın tabi neticesi olarak, tüketip daha sonra, Avrupa merkezli düşünüş ve eyleyiş tarzının mahkûmu ve meftunu olan Osmanlıcılık içeriyorsa, durumun daha vahim olduğunu söylemek zorundayım. Gerçeklerle yüzleşmek zorundayız. Yanıltıcı iyimserlikler biriktirerek bugünün dünyasında var olmanın mümkün olmadığını fark etmemiz gerekiyor. Aksi takdirde elimizde kalan bu son sığınak -Türkiye-elimizden çıkabilir.

Türkiye 19. ve 20. yüzyılını sistematik olarak Avrupa merkezli değer sistemlerini ithal etmekle geçirdi. Kopyala yapıştır yöntemlerle gerçekleşen bu ithalat süreci, yeni bir düşünme biçiminin cari olması amacına matuftu. Kant’tan mülhem “otonom varlık” telakkisi insanın ilahi yol göstericiliğe muhtaç olmadan sahih bilgiye/düşünceye ulaşacağı ve hemcinsleriyle barış içinde yaşayacağı tezine dayanıyordu. Böylece Tanrı yeniden Aristocu bağlama hapsedildi. Deizmin zaferini perçinlemek için seküler perspektif İslam dünyası toplumlarına enjekte edildi. Türkiye, bu toplumlar arasında sekülerliği içselleştirme/kabul etme/terviç etme noktasında biricikliğini hep korudu ve korumaya da devam ediyor. Bu yönüyle yer yer Müslüman Arap Halklarına örnek gösterildiği de olmuştur. Öyle ki Arap Bahar’ının gözde ülkelerinden Mısır’ın yaşadığı sosyal buhranın hemen ardından, siyasal iktidarı devralan Müslüman Kardeşler hükümetine Türkiye’nin öncelikli tavsiyesi Laiklik olmuştu. Başlangıçta garip karşılansa da, bu tavsiye, aslında İslam’ın 21. yüzyıla, siyasal anlamda, söyleyeceği bir şeyi olmadığının sarih beyanından başka bir şey değildi. Hıristiyanlık içi mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkan laik/seküler perspektifin, kendisini İslam’a nispet edenler tarafından da tercihe şayan kabul edilmesi, esasında İslam’ı Hıristiyanlıkla eşitlemekten başka bir anlama gelmez.

19. yüzyıldan itibaren, hassaten Tanzimat sonrası, seküler bilginin egemenliği altında yaşamayı içselleştiren Türkiye’nin İslam Dünyası’nın umudu olduğuna dair en üst perdeden dillendirilen kanaatlerin ‘’yanıltıcı iyimserlikten” öte bir anlam taşımadığını idrak etmemiz gerekiyor. İdrak etmeye başladığımızda şu yakıcı soruyu sormakta tereddüt etmeyeceğiz: İktisadi, içtimai, hukuki, siyasi v.b. alanlarda İslam’ın ilke/prensip ve umdeleri geçerli değilken; kamusal alanda egemen olan bütün kavram ve kurumlar seküler bilgi tarafından şekillendirilmişken; İslam sadece, Durkheimci bağlamda, bireysel alanda varlığını sürdürürken nasıl oluyor da, Türkiye İslam Dünyası’nın umudu olabiliyor? Ve yine nasıl oluyor da Küresel Emperyalizmin en önemli sembollerinden NATO ile yaklaşık 60 yıldır ‘’yakın temas’’ halinde bulunan Türkiye, ümmet için kurtuluş reçetesi sunabiliyor? Şayet burada kastedilen umut olma iddiası modern değerler sistemini içselleştirme ve onunla barış içinde yaşama anlamındaysa evet Türkiye’nin bu alanda oldukça mesafe kat ettiği söylenebilir. Ancak İslam’ın bir hayat tarzı olarak yaşanabilirliğinin pratize edildiği bir örneklikten bahsetmek kanaatimce mümkün değildir.

Özelde Türkiye genelde Müslümanlar, 17. yüzyıl sonrası tarihin akışıyla ilgili esaslı çözümlemeler yapmış değillerdir. Aydınlanma paradigmasının kavram ve kurumlarıyla, Ulus-devletin basmakalıp anlayışıyla, Oryantalist dilin kibriyle, içtihadı terk eden geleneksel perspektifle İslami referanslar temelinde hesaplaşma henüz gerçekleşmemiştir. Umut olabilmek için evvela bu saydığımız hususlarda sahici adımlar atmak gerekir. Türkiye şayet mevcudiyetini devam ettirmek istiyorsa bir ‘’hesaplaşma bilinci’’ inşa etmesi gerekiyor. Bu bilinç; bir yandan Avrupa merkezli insan, evren, Tanrı, zaman, mekân ve tarih tasavvurunun Türkiye’de nasıl inşa edildiğini sorgularken, öte yandan bu kavramların yeniden İslami içeriğine nasıl kavuşturulacağına dair de çözümlemeler yapmalıdır. Bu çözümlemeler aynı zamanda bir “direniş dili” inşası için gereklidir. Oluşacak bu direniş dili, tüm zaman ve zeminlerde aziz ve mübarek İslam’ın muştulayıcı/mübeşşir ve ikaz edici/münzir diline sığınarak, bütün bir hayatı tevhidi bir perspektifle anlama ve yorumlama kapasitesine sahip olacaktır. Vesselam…

Kamil ERGENÇ
kamilergenc@hotmail.com

Diğer Makaleleri