İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Kamil ERGENÇ

Yeni Türkiye Nedir? Ne Değildir? - 4

Türkiye sömürgeleşme tecrübesi yaşamamış olmasına rağmen gerçekleştirdiği kültürel devrimlerle sömürgeye maruz kalmış toplumların yaşadığı zihinsel ve kültürel travmaları deneyimlemiştir denebilir mi? Şüphesiz ki toplumların doğrudan sömürgeleştirilmelerinin onların karakterleri üzerinde ki etkileri yıkıcıdır. Çünkü doğrudan sömürgeleştirilme sadece zihinsel ve kültürel dejenerasyon oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda psikolojik tahribatlar da meydana getirir. Türkiye doğrudan sömürgeye maruz kalmamış olmakla birlikte, 1798 Mısır işgali sonrasında Kavalalı Hanedanlığı eliyle gerçekleştirilen modernleşmenin benzerini yaşamıştır. Bu nedenle biz bu süreci "dahili oryantalizm" süreci olarak adlandırmayı uygun görüyoruz. Ancak unutmamak gerekir ki Türkiye, kültürel anlamda attığı radikal adımları, dönemin emperyal devletlerinin icbarıyla değil, bizzat böyle bir adımın atılmasına iman eden elit siyasi ve askeri Osmanlı bürokrasisine borçludur. Önceki yazılarımızda da ifade etmeye çalıştığımız üzere, Türkiye’nin modernleşme hamleleri yeni değil, Osmanlının son iki yüz yıllık serüveninin neticesidir. Başlangıçta askeri alanda yaşanan mağlubiyetlerin telafisi amacıyla gerçekleştirilmek istenen modernleşmenin, daha sonra içselleştirildiğini söylemek mümkündür. Dönemin emperyal güçlerinin, Osmanlı’yı durdurmak ve/veya imha etmek amacıyla hareket ettiklerini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da tesirleri olduğu şeklindeki iddialar, belki bizi rahatlatabilir. Ancak bütün kabahati emperyalistlere atarak yapılacak değerlendirmeler nakıs kalmaya mahkumdur. Lale Devri’nden başlayarak Jön Türkler’e ve İttihat Terakkiye gelinceye kadar, Fransa özelinde Batı Medeniyeti’nin Osmanlı elitleri üzerinde ki tesiri oldukça güçlüdür. Muhafazakar modernleşmenin Osmanlıda ki en önemli temsilcisi olan II. Abdülhamit’in Avrupa’ya tahsil için gönderdiği kadroların, geri döndüklerinde Avrupalılaşma çabalarının mimarları olarak attıkları adımlar-ki bu adımlara II. Abdülhamit’in devrilmesi de dahildir- dikkat çekicidir. Bir başka dikkat çekici detay ise bu dönemde cari olan Avrupa hayranlığının, II. dünya savaşından sonra ABD hayranlığına evirilecek olmasıdır. Yukarıdan aşağıya değişim dayatma geleneğinin tabi bir neticesi olarak Türkiye Cumhuriyeti de selefi Osmanlıyı taklit etmiştir. Çünkü gerek Osmanlı’da gerekse Türkiye Cumhuriyetinde merkez-çevre ayrımında çevreyi temsil eden kitleler "güvenilmez" ve "kontrol altında tutulması gerekenler" olarak kabul edilir.

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin yaklaşık beş yıl kadar İslam devleti olarak kalması, ardından 1937’ ye kadar, İslam devleti olarak olmasa da "laik olmayan" bir yapıda devam etmesi, dahili oryantalizm olarak adlandırılan sürecin yavaş fakat emin adımlarla ilerlediğinin göstergesidir. Bu nedenle biz Türkiye Cumhuriyeti’nin 20. yüzyılını, ya  da Eski Türkiye’yi, değerlendirirken; kuruluşundan çok partili hayata geçişe kadar ki süreci birinci dönem, çok partili hayata geçişten 1980 ihtilaline kadar olan dönemi, soğuk savaşın tesiri altında şekillenen ve aynı zamanda anti-Amerikancı, millici ve İslamcı akımların etkili olmaya başladıkları ikinci dönem, 1980 ihtilalinden 28 şubat darbesine kadar olan dönemi post-Kemalist literatürün oluşmaya başladığı ve küresel kapitalizme entegre olma III.dönemi, 28 şubat sonrasından başlayıp günümüze kadar  olan dönemi ise "Yeni Türkiye" veya "Post-Kemalist Türkiye" olarak adlandırmayı tercih ediyoruz. Ancak unutmamak gerekir ki, bu dönemlendirme mutlak anlamda kesin tarihsel ayrımlara işaret etmemektedir. Nihayetinde bu tarihsel ayrımları mutlaklaştırmak ara dönemlerde cereyan eden hadiselerin sağlıklı değerlendirmesine engel olabileceği gibi, sosyal hadiselerin matematiksel usullerle açıklanamayacağı gerçeğini de perdeleyebilir.

Denebilir ki, 1923'ten çok partili hayata geçişe kadar ki dönem, "dahili oryantalizmin" en başarılı olduğu dönemdir. Kültürel devrimlerin adım adım gerçekleştirildiği ve modernleşmenin radikal anlamda cari kılınmaya çalışıldığı bu dönem, kendisinden sonraki dönemlere örneklik teşkil etmiş, bir nevi Kemalizm’in "asr-ı saadet yılları" olarak kodlanmıştır. Nasıl ki oryantalizm bilgiyi tahakküm kurma, tanımlama, kendine benzetme, karşıtlık üretme ve en nihayetinde medenileştirme aracı olarak kullanmayı amaç edindiyse, Cumhuriyetin ilk yıllarında dahili oryantalizm sürecini yöneten askeri ve siyasi elit çevreler de Avrupa aydınlanmasının kavramsal çerçevesine sadık kalarak yukarıdan aşağıya doğru "medenileştirme" misyonuyla hareket etmiştir. 1908 den sonra Arap, Arnavut, Kürt ve Ermeni milliyetçiliklerine tepki olarak doğan Türkçülüğün radikal mensupları tarafından yürütülen bu dönüştürme/medenileştirme çabaları, meyvelerini kısa sürede vermeye başlamış ve radikal modernleşme adımlarının cumhuriyet dönemindeki ilk nesli olan muallim ve muallimeler, köy enstitüleri ve halkevleriyle Anadolu’ya yayılarak büyük bir fedakarlıkla yeni Cumhuriyetin insan tipini oluşturmak için çabalamışlardır. Bu süre zarfında halkın büyük bir çoğunluğunun ortak noktası olan İslam, geriliğin/irticanın/çağ dışılığın müsebbibi olarak sunulmuştur. En hakiki mürşit olarak tavsif edilen  ilim ve fen aracılığıyla dahili oryantalistler, yaslandıkları pozitivist ve rasyonel paradigmadan esinlenerek vahiy olgusunun primitifliğini ispata çalışmışlardır.

II. Dünya savaşı hem Avrupa’nın hem Sovyetlerin hem de Türkiye’nin yeni bir sürece girişinin fitilini ateşlemiştir. I.dünya savaşından beri Almanlarla ittifak halinde olan Türkiye, Hitler Almanya’sının bütün bir Avrupa’yı kasıp kavurmasını tarafsızlıkla izliyor ve bu arada kadim düşmanı Sovyetlerle Almanlar arasında çıkacak bir savaşta, Sovyet mağlubiyetinden nasıl istifade edeceğinin hesaplarını yapıyordu. Ancak durum, Türkiye’nin istediği gibi gelişmedi. Sovyetler, Almanları mağlup etti ve Doğu Avrupa’ya yerleşti. Ardından Stalin, Türkiye’nin Almanlarla olan yakınlığının bedelini ödetmek için harekete geçti. Her ne kadar İsmet İnönü Sovyetlerin öfkesini dindirmek için aralarında Türkistanlı subayların da olduğu bazı grupları teslim edip kimi Türkçüleri, mesela Alparslan Türkeş’i, yargıladıysa da bu hamleler Sovyet öfkesinin dinmesine yetmedi. Gerilen Türkiye-Sovyet ilişkileri, ileride değinmeyi düşündüğümüz NATO paktının Türkiye’nin gündemine girmesine sebep oldu. Soğuk savaş olarak adlandırılan ve 1991’de Sovyetlerin dağılmasına kadar süren dönemde, Türkiye-NATO üst düzey ilişkileri geliştirildi. Bu ilişki "öznelerarası" bir ilişki olmaktan ziyade, çift kutuplu Dünyada kendisine sağlam bir tutamak arayan Türkiye’nin "stratejik ortaklık" adı altında siyasal-askeri ve ekonomik anlamda Batı Paktının menfaatlerini koruyacak şekilde konumlandırılmasını  amaç edinen bir ilişkidir. Yeni Türkiye sürecinde "stratejik ortaklıktan" "model ortaklığa" doğru bir geçiş yapılmış ancak bağımlılık ilişkisi deva ettirilmiştir. Eski Türkiye’de oldukça belirleyici olan NATO’nun, Yeni Türkiye’de ki pozisyonunun ne olacağı meselesi oldukça mühimdir. Hatta bir ‘’Yeni’’ likten bahsedebilmenin en önemli göstergelerinden biri hiç şüphesiz Türkiye-NATO ilişkileri olacaktır dersek herhalde yanlış olmaz.

II. Dünya savaşı aynı zamanda Avrupa da ki faşist liderliklerin çöküşünü de sağladı. Bu durum doğal olarak Avrupa’yla yakın ilişkilere sahip olan Türkiye’yi etkiledi.Totaliter yönetimlerin bir bir düşmesi, II. Dünya savaşı sonrası Türkiye’sinin de artık şeflik düzeniyle idare edilemeyeceğini gösteriyordu. Kaldı ki Türkiye’de ki şeflik rejimi, Avrupa’da ki muadillerinden ciddi anlamda etkilenmişti. Dolayısıyla II. Dünya savaşı sonrasında, Türkiye küresel koşulların zorlamasıyla çok partili hayata geçme kararı aldı. Her ne kadar Mustafa Kemal döneminde kurdurulan Serbest Fırkadan veya Terakkiperver Fırkasından mütevellit Türkiye’nin çok partili hayata çok önceden geçtiği iddia edilebilirse de, gerek Mustafa Kemal gerekse İnönü zamanında cari olan tek adamlık sistemi bu iddiayı geçersiz kılmaktadır. Kaldı ki zaten Kazım Karabekir’e kurdurulan Terakkiperver Fırkası’nın amacı çok partili hayata geçiş değil, Mustafa Kemal’in partisinin halk nazarında ki karşılığını görmektir. Şeyh Sait ayaklanması bahanesiyle bu fırkalar kapatılmış ve 1945 tarihine kadar tek adamlık veya şeflik rejimi hakim olmuştur.

Çok partili hayata geçişle birlikte, CHP saflarından ayrılarak Demokrat Parti’yi kuran Menderes ve ekibinin yapılan ilk seçimlerde gerekli niceliksel başarıyı göstererek iktidara geldiğini görmekteyiz. Demokrat Parti yılları, Türkiye’nin yeni dünya düzenindeki yerini aldığı ve bu düzenin egemen güçlerinden biri olan ABD’nin Türkiye içinde etkinliğinin ciddi anlamda artmaya başladığı yıllardır. Menderes ve ekibi, ABD egemenliğinde ki Batı Medeniyetine sığınmayı temel politik hedef olarak barizleştirmiş ve yaklaşık on yıl kadar bu hedef doğrultusunda çalışmıştır. II. Dünya savaşı sonrası, ABD’nin sadece Türkiye’de değil, bir süper güç olarak Batı Avrupa’ya da tam anlamıyla yerleştiği bir süreçtir. Yalta Sözleşmesi’yle nüfuz alanlarını belirginleştiren ABD-Sovyet hattı, 1991’de Sovyetlerin dağılmasına kadar genel itibariyle bu sözleşmeye uygun hareket etmiştir. Yalta sözleşmesi sonrası ABD nüfuz alanına düşen Türkiye, hem sanayileşme alanında desteklenmiş hem de laikliği uygulayan tek halkı Müslüman ülke olması münasebetiyle özellikle öne çıkarılmıştır. Yalta’da Sovyetlere terk edilen Irak-Suriye-Mısır gibi daha çok Arap nüfusun yaşadığı yerlerde ise baasçılık/Arap Sosyalizmi yaygınlaşmış ve 20. yüzyıl Arap entelijansiyasının düşünce dünyasının şekillenmesinde bu fikir etkili olmuştur. Mısır’da Cemal Abdunnasır tarafından bayraktarlığı yapılan baas ideolojisi, Saddam Hüseyin’den Hafız Esat’a kadar bir çok Arap liderini etkilemiş, ancak altı gün savaşlarında Arapların İsrail karşısında yaşadığı hezimet, Arap Coğrafyasında İslami hareketlerin öne çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu süreçte Türkiye, ABD nüfuz alanında olması münasebetiyle daha serbestiyetçi adımlar atmaya başlamıştır. Türkiye siyasal hayatında popülizmin mimarı olan Menderes Hükümeti bir yandan dini argümanları kullanarak halk nazarında meşruiyet kazanırken-ki bu perspektif bugün dahi caridir. Türkiye’de din olgusu her zaman siyasal mücadele veren kişilerin/partilerin zorunlu olarak gündemlerinde olmuştur-diğer yandan ABD nüfuzunun Türkiye’nin kılcallarına kadar yarleşmesinin de önünü açmıştır.Bu ön açma Menderes sonrasında  da devam etmiş ve ABD tarafından barış gönüllüleri(peace corps) adı altında Anadolu’ya gönderilen yüzlerce "uzman", Türkiye toplumunun kültürel gen haritasını çıkararak ileride gerçekleştirilecek toplum mühendisliği hamlelerinin veri tabanını oluşturmuşlardır. Neo-Kolonyalist emellerle yapılan bu çalışmalar, 20. yüzyılın ikinci yarısı için Türkiye’ye, Batı’nın ihtiyaç duyduğu tarımsal ürünlerin tedarikçisi; Batı’nın ürettiği sanayi ve kültür ürünlerinin ise tüketicisi olma misyonunu yüklemiştir. Kore’ye asker göndermek suretiyle ABD hattına sadakatini ispat eden Türkiye, NATO şemsiyesi altına girerek hem Sovyet tehdidine karşı bir mukavemet hattı oluşturmuş hem de ABD’nin Ortadoğu’da ki ileri karakolu misyonunu yerine getirmiştir. Menderes iktidarının ABD hayranlığı ve Türkiye’yi küçük Amerika yapma hesapları NATO-Türkiye ilişkilerini ABD lehine olacak şekilde etkilemiştir. Bu süreçte NATO, hem Doğu Avrupa ülkelerinde hem de Türkiye’de Sovyet tehdidine karşı illegal örgütlenmelere gitmiştir. Kuruluş amacı Sovyet yayılmacılığına/tehdidine karşı ABD’nin çıkarlarını korumak olan bu teşkilat, 1991’de Sovyetlerin dağılmasıyla kendisine ‘’İslam’ı ehlileştirme ve Ortadoğu’da İsrail’den daha güçlü bir devletin oluşmasının önüne geçme’’ misyonunu belirlemiştir. NATO üyeliği Türkiye’nin Batı ittifakında ki yerini kurumsallaştıran bir boyuta da sahiptir. Özellikle Kore Savaşı’ndan sonra Türkiye’ye askeri yardımların daha sistematik olduğu görülmektedir. Bu yardımlar sadece orduları güçlendirmek amacıyla değil aynı zamanda hem ABD silah sanayinin dinamizmini hem de modern ulusal ordular aracılığıyla ABD çıkarlarının ilgili ülkelerde garanti altına alınmasını sağlamak amacıyla yapıldı. Ayrıca Cangül ÖRNEK’in ifadesiyle ‘’NATO eğitiminden geçen subaylar, istikrarsızlık kaynağı kitlelerin aksine modernleşmenin önemi ve gereklerinin farkında zihinler olarak güven kazandı.Modernleşme kuramcılarının analizlerinde ordunun modernleştirici rolüne daha geniş yer vermelerinin nedenleri arasında, Türkiye gibi ülkelerde orduların bu şekilde Batılı merkezlere doğrudan bağlanmaları da gelir. "(Burada bir parantez açarak son yıllarda Türkiye’de dini iddialı bir grubun devlet içi alternatif yapılanması bağlamında cereyan eden hadiselerin, gerçeklerle cesaretle yüzleşmemizin önüne geçtiğini ifade etmek isterim. Türkiye’de, illa ki bir alternatif devlet yapılanmasından bahsedilecekse eğer bu hiç şüphesiz ki NATO olurdu. Nitekim NATO’nun bugün Türkiye’nin yirmi beş farklı noktasında üsleri ve onlarca personeli bulunmaktadır. Yaklaşık altmış dört yıldır üyesi olduğumuz NATO, askeri-istihbari ve siyasi anlamda üye ülkelerin hemen hepsinde ABD/BATI çıkarları doğrultusunda inisiyatif sahibidir. Son Türkiye-Rusya uçak krizi de muhtemeldir ki, Türkiye’nin Batı Paktına bağımlılığını perçinleme amaçlı bir NATO tezgahıdır. Uçak düşürme eyleminden sonra devlet ricalinden gelen ‘’Rus uçağı olduğunu bilseydik düşürmezdik’’ beyanlarına ve  Türkiye-NATO ilişkileri bağlamında yaşananlara bakıldığında bu söylediklerimiz daha iyi anlaşılabilir. Devlet içindeki alternatif yapılanmasıyla öne çıkan ilgili dini grubun ‘’Batıni/içrek/ezoterik/işraki’’ perspektifine din-devlet ilişkisi bağlamında değinmek üzere burada parantezi kapatıyorum.) Demokrat Parti döneminde denebilir ki, ABD-Türkiye yakınlaşması  stratejik ortak olmaktan ziyade bir süper gücün kendi çıkarlarını teminat altına alabilmek için başka bir devleti siyasal, ekonomik ve kültürel anlamda esir alması sürecidir. Bu nedenle Demokrat Parti, sonraki sağ iktidarlara hiçte hayırhah olmayan bir miras bırakmıştır. Demokrat Partili yıllarda yanında yer alınan Batı Bloku, hassaten ABD, Türkiye’nin kapitalist dünyaya entegre olabilmesi için gerçek anlamda bir sanayileşmeye ihtiyaç duyduğunu biliyordu. Yukarıda işaret ettiğimiz ‘’kültürel gen haritası’’nın içerisinde ülke nüfusunun kır-kent dağılımı da çıkarılmış ve sanayi sektörünün durumuyla ilgili gerekli istatistikler yapılmıştır. Bu vesileyle IMF, Dünya Bankası gibi yapılar aracılığıyla Türkiye’ye ciddi oranda yatırımların önü açılmış ve Sovyet nüfuzunda olan ülkelerin aksine gerçek anlamda bir sanayileşme sadece Türkiye’de gerçekleşmiştir. Türkiye sanayileştikçe nüfusun kırdan kente doğru akışı hızlanmıştır. Bu akış bir taraftan toplumsal dokunun değişmesini sağlamış, diğer yandan gelenek-modernlik çatışmasının ve lümpenleşmenin önünü açmıştır.

‘’Yeni’’ sıfatının zımnen bir eskiye işaret ettiği gerçeğinden hareketle bugün eski Türkiye denildiğinde ne kastedildiği meselesi önemlidir. Nitekim muhafazakar demokrasi amorfluğuna maruz kalmanın neticesinde ortaya çıkan müşevveş zihin halinin Yeni Türkiye imgesinde eskiye nazaran nelerin esasa yönelik olarak değiştiğini fark etmesi güçtür. Bu noktada eski Türkiye denildiğinde genellikle 1- Merkez-çevre ilişkisi 2- Asker-Sivil İlişkisi 3- Din-devlet ilişkisi 4- Devlet-toplum ilişkisi -ki bu başlıklara yeri geldiğince değinilecektir- anlaşılmaktadır. Ayrıca, ’’yeni’’ sıfatının küresel konjonktürden bağımsız olmadığını, birinci dünya savaşı sonrası oluşan düzenin çökmeye başlamasından mütevellit aslında özellikle yakın çevremizde bulunan ‘’kadim’’ devletlerin de bir ‘’Yeni’’ imgesine sahip olduklarını ifade etmek durumundayız. Nitekim Rusya’nın, Sovyetler özlemi bağlamında başlattığı Neo-Sovyetik hamleler; İran’ın mezhebi ve ulusal enstrümanlarla attığı Neo-Safevici adımlar göstermektedir ki ‘’yeni’’sıfatının arkasına sığınan tek ülke Türkiye değildir. Dikkat çeken bir başka nokta ise, 21. yüzyıl düzeninin kurulmaya çalışıldığı bir vasatta ‘’yeni’’likten bahseden devletlerin neredeyse tamamı, birinci Dünya Savaşı sonrasında parçalanan imparatorluklardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Rus Çarlığının birinci dünya savaşı sonrası dağıldığı hatırlandığında, Türkiye ve Rusya’nın ‘’yeni’’ olma adına attıkları adımlar dikkat çekicidir. Her iki devlette siyasal tesirini imparatorluk dönemlerindeki kadar arttırmak istemektedir. Bunu yaparken de kadim düşmanlar olarak yer yer karşı karşıya gelmektedirler. Şimdilerde Suriye özelinde yaşanan Türkiye-Rusya gerilimi göstermektedir ki, 21. yüzyılın inşasında İmparatorluk bakiyesi devletlerin tavırları belirleyici olacaktır. Bunun yanında İran’ın 1979 devriminden beri yalıtıldığı Dünya’ya entegre olmaya başlaması dikkat çekicidir. Bu entegrasyon bir yandan Türkiye’nin pozisyonunda kısmi bir gerilemeye yol açarken, diğer yandan Türkiye-İran ilişkilerinde 16. yüzyıl koşullarına avdet etme durumu ortaya çıkmaktadır. 16. yüzyıldan bu yana kimi zaman aşikar kimi zaman zımnen mezhebi enstrümanlar üzerinden süren Osmanlı-Safevi sürtüşmesi, şimdilerde özellikle Suriye’de daha açık olarak görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye-Rusya-İran gibi ciddi devletlerin, 21. yüzyıla geçmiş özlemleriyle girmeleri ve bu özlemlerini ‘’Yeni’’ sıfatının arkasına sığınarak gündemleştirmeleri dikkat çekicidir.

Kamil ERGENÇ
kamilergenc@hotmail.com

Diğer Makaleleri