İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Kamil ERGENÇ

Post-Modern Tezahürler

İnsanın yeniden tanımlanmaya çalışıldığı bir çağa şahitlik ediyoruz. 20.yüzyılın teknik ve enformasyon alanında kat ettiği mesafe ve bilimin çok daha sofistike yöntemlerle hayatımızda işgal ettiği yer, insanın yeniden tanımlanmasına zemin hazırladı. Tartışılmaz bilgi tekelini kilisenin elinden alarak üniversitelerin tekeline veren Aydınlanma ideolojisi, kaos üretmeye devam ediyor. Ürettiklerinin kontrolü altına giren ve tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar içinde yaşadığı dünyayı kaos içine sürükleyen yeni bir insan türüyle karşı karşıyayız. İnşa etmeye çalıştığı yeryüzü cennetini bir türlü gerçekleştiremediği için, modern insan, “an”ı yaşama arzusuyla hayatını değerlendirme çabasında. Bu yeni tanımlama sürecinin oluşmasında hiç şüphesiz modern paradigmanın homojenleştirme ve pozitivizm üzerine kurulu anlayışında meydana gelen çöküş etkili oldu. İlerleme ve tersinmez zaman algısının refakat ettiği modernlik, yaslandığı pozitivist zemininin post-modern süreçle beraber darbe almasından sonra dinin karşısında konumlandırdığı aklı, bu sefer ideolojilerin karşısında konumlandırarak yeniden bir insan tanımı yapmak zorunda kaldı. Modernliğin araçsallaştırdığı kilise/din, post-modernlikte kamusal alana folklorik olmak koşuluyla dâhil oldu. Mutlak bir doğrunun olamayacağı ve herkesin kendine göre bir hakikat telakkisinin var olduğu fikrine dayanan post-modernite, bütün kimlikleri ve aidiyet biçimlerini aşındırmak suretiyle melez kimlikler ihdas etmenin de yolunu açtı. Uzak Doğu, Hint ve Çin Medeniyetlerinin cihanşümul bir hukuki formasyona sahip olmamaları ve yerellikler içinde var olma mücadeleleri post-modern paradigmanın taşıyıcısı durumundaki küreselleşme karşısında mukavemet gösterecek tek hakikat telakkisinin İslam olduğunu barizleştirmektedir.
 
20.yüzyılın başında dönemin emperyal gücü İngiltere’ye olan uzaklığa göre çizilen haritalarda adına Ortadoğu denilen ve hassaten Müslümanların yaşadığı beldelerde cereyan eden bugünkü hadiselerin ana sebebi, petrol ya da toprak elde etmek veya stratejik-jeopolitik avantajlar sağlamaktan daha ziyade, İslamın/Müslümanların küreselleşmeye karşı gösterdikleri dirençtir. Hayatın her alanını kuşatan mutlak bir hakikat sistemi olarak aziz İslam, mensuplarının modern ve post-modern süreçlere büyük bir iştahla katılmak istemelerine rağmen, tevhid eksenli düşünüş perspektifiyle direnişini sürdürmekte ve kendisine gerçek anlamda ram olanlara, verili olana teslim olmamak gerektiğini salık vererek dinamizmini sürdürmektedir. Müslümanlara küreselleşme adı altında dayatılan post-modern insan-evren ve tanrı anlayışını, İncili tahrif eden, icat ettiği ruhbanlığa dahi sadakat gösteremeyen ve Roma’yı dönüştürme niyetiyle yola çıkıp Roma’nın resmi dini olduğunda Antik Yunan’dan beslenen sınıflı toplum ve gök-yer kavgasını farklı bir ötekileştirme ve ayrımlı düşünme metodu olarak yeniden kurgulayan ve nihayetinde Luther-Calvin ikilisiyle Protestan ahlakını oluşturmak suretiyle moderniteye rahim görevi yapan Hıristiyanlığın sadık mensubu olduğunu iddia edenlerden bağımsız düşünmemek gerekir. Her dinin kendi mensupları tarafından tahrif edildiği gerçeği hatırlandığında, bugün İslam’ın da bizzat Müslümanlar tarafından sekülerleştirilmeye/protestanlaştırılmaya çalışıldığı görülecektir. Bu noktada umutlu olmamızı sağlayan ise İslam’ın Hıristiyanlıkta olduğu gibi kurumsal bir din olmayışı ve tevhid eksenli perspektifiyle insan etkinliğinin olduğu her alanla ilgili bir ‘’değer sistemi’’ ortaya koymuş olmasıdır.
 
İçinde yaşadığımız zaman diliminde, modern paradigmada içkin olan birey, toplum ve ulus-devlet olguları form itibariyle değişikliklere uğramaktadır. İdeolojilere kaynaklık etmesi yönüyle modernlik, bir örnekleştirme gayesine matuf olarak hareket ederken, şimdilerde yaşanan post-modern süreç bütün kimliklerin ve dinlerin kendilerini ifade edebilmelerinin önünü açmaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki  post-modernite tüm kimliklerin kendilerini ifade etmelerinin önünü açarken aynı zamanda melez kimlikler oluşturma çabasındadır. Melez kimlik; aidiyet sorunu yaşayan, ne Doğulu ne Batılı olamamış hedonist bireylerden müteşekkil kimlikleri ifade etmektedir. Bu kimliğin oluşumu için ise enformasyon desteğini medya ve sosyal medya sağlamaktadır. Osmanlı’nın dağılması sonrasında, Avrupa’dan mülhem, ihdas edilen ulus devletlerin en başat görevleri yönettikleri toplumları Batılı-modern paradigma çerçevesinde yeniden şekillendirmekti. Bu süreç 20.yüzyılın son çeyreğine kadar devam etti. Türkiye özelinde düşünürsek, 1990’lar boyunca özel kanalların yaygınlaşması medyayı, modern paradigmayı kitlelere taşıyan en önemli unsur olarak öne çıkardı. “Renkli TV’lerin” evlerimizi işgal etmeye başladığı bu yıllar, mahremiyetin dönüşümünde oldukça önemli bir rol oynadı. Artık ulus-devletin ceberut yöntemlerine gerek yoktu. Yetiştirilmek istenen insan tipi medya, özellikle görsel medya, yardımıyla servis edilebiliyordu. Medya destekli dönüşüm stratejisi oldukça başarılı oldu. Böylece II. Mahmut’la başlayıp Cumhuriyet boyunca devam eden modernleşme süreci %99’u Müslüman olan Türkiye’de siyasal olarak demokrasiyi, ekonomik olarak kapitalizmi, birliktelik noktasında da ulus-devleti cari kıldı. Geleneksel tüm aidiyetlerinden koparılmaya çalışılan insan(ımız), bireyleştirilerek kendi kendisinin tanrısı olmaya ikna edildi. Benliğin/nefsin ayartılması ve kışkırtılması amacına matuf olarak gösterilen çabalar hazperest bir kişilik oluşumuna sebep oldu.
 
Toplumun, modern paradigmada ifade ettiği anlam itibariyle tarih ve kültür birlikteliği üzerinden kurmaya çalıştığı biraradalık, post-modern sürecin küreselleşme olgusunu yedeğine alması dolayısıyla kırılmaya uğramak suretiyle Dünya Toplumu veya Dünya Vatandaşlığı şekline bürünmüştür. Birlikteliklerin küresel değerler etrafında şekilleniyor oluşu bütün toplumlarda geleneksel birliktelik unsurlarını saf dışı bırakmaktadır. Müslüman toplulukların biraradalığının en temel unsuru olan din, bu süreçte yalnızca bir folklöre indirgenerek içeriksizleştirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye’de Ulus-devletin kontrol altında tuttuğu din yıllarca itikadi bir tavır alışın tebarüz etmesine değil de, ulus-devletin çıkarlarının korunmasına hizmet etmek amacıyla kullanıldı. Din dilinin yavanlaşması, tarih ve kültür birlikteliğini de tehlikeye atmaktadır. Çünkü tarihin ve kültürün şekillenmesindeki ana belirleyen de dindir. Her ne kadar son yıllarda tarih ve din vurgusunu merkeze alan bir yaklaşım söz konusuysa da yıllarca ulus-devlet belasına maruz kalan insanımızın bu beladan hemen kurtulabilmesi mümkün görünmemektedir. Hatta geçtiğimiz günlerde yaşanan seçimin sonuçlarına bakıldığında, etnik ayrışmaların gittikçe derinleştiği görülebilir. Özellikle genç kuşakların bu milliyetçi/faşist kuşatmanın mahkûmları olmaları üzerinde ciddi olarak düşünmek mecburiyetindeyiz. Sonuçları itibariyle bu seçimde en dikkat çekici ve tabii en üzücü olan, yaklaşık %50 oranında gençlerimizin etnik kamplaşmadan yana oy kullanmasıdır.
 
Dünyanın almaya başladığı yeni şekilde, tüm etnik kimliklerin, sistemin genel işleyişine zarar vermemek koşuluyla, küresel pazarda sergilenmesinin önü açılmıştır. Bu noktada Türkiye’de çözüm süreci olarak adlandırılan olgunun, ulus-devlet formunda meydana gelen kırılmaların bir yansıması sonucu doğduğu unutulmamalıdır. (Burada bir parantez açarak, Türkiye Kürdistan’ını temsil iddiasında olan ve son seçimde önemli bir “niceliksel” başarı kazanan HDP’nin politik çizgisinin modern paradigmadan bağımsız olmadığını ifade etmek gerekir. Yalnızca Türkiye de değil, bölgede ki diğer ülkelerde de geleneksel/dindar kimliğini muhafaza eden Kürt Halkı, şimdiye kadar baasçı/ulusçu yapılar tarafından maruz kaldığı asimilasyona bu kez kendi içinden olduklarını iddia edenler tarafından daha naif bir şekilde maruz kalmakta ve seküler/modern bir “politik dil” tarafından dönüştürülmek istenmektedir. Dönüşümün özellikle kadınlar üzerinden olması ise bizlere Cumhuriyet modernleşmesini gerçekleştiren Türkçü jakobenleri hatırlatmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak kadının kıyafeti ve kamusal alandaki görünürlüğü üzerinden yürütülen tartışmaların, Kürt modernliğini gerçekleştirmeye aday HDP çizgisinde de görmek bizleri şaşırtmadı. Modern Türk kadını olarak bayraklaştırılanlarla, bugün Kürt Halkını dönüştürmeyi hedefleyenlerin arzuladıkları kadın tipi tıpatıp aynıdır. Gerek Türkçü gerekse Kürtçü politika yapıcıları, modernleştirme yönteminde uzlaşarak kadın üzerinden bir değişimi öncelemek suretiyle aslında toplumun inşacısı olan kadın kimliğini küreselleşme belasına mahkûm ederek değersizleştirmektedir. Birey olgusunun ön planda olduğu ve geleneksel tüm bağların tahfif edildiği bu vasatta tüm etnik kimlikler demokratik, liberal ve seküler değerler etrafında mutabakata mecbur bırakılmakta, İslam üst kimliği ise dışlanmaktadır.)
 
Küreselleşme olgusunun, post-modern paradigmanın Batı dışındaki topluluklarda içselleştirilmesi için gündemde tutulduğunu ifade etmek gerek. Çünkü küreselleşme zannedildiği gibi sadece Dünya’nın küçük bir köy haline gelmesi ya da bilginin oldukça hızlı bir şekilde yer değiştirmesi olarak tanımlanamaz. Bilakis küreselleşme, 17.yüzyılda yaşanan bilim devrimiyle birlikte ihdas edilmeye çalışılan, ilahi bilgilendirme olmadan aklın hakikati bulabileceği kanaatinin form olarak değişse de içerik olarak değişmeden devam etmesine taalluk eden bir süreci imlemektedir. Bilimin 20.yüzyılın ikinci yarısına kadar adeta kutsal olarak kabul edilmesi ve ampirik tecrübenin ve duyu algılarının haricinde bir bilgi edinmenin kabul edilemez oluşu bugün paradigma içi bir kırılmaya uğramış ve bilimsel argümanlar izafileşmiştir. Bu temel kırılma, tabi olarak modern dönemde üreyen tüm ideoloji/sistem ve kabulleri sorgulanır kılmış ayrıca bilimsellik temelinde tanımlanmaya çalışılan insan-evren ve tanrı telakkisini yerinden etmiştir. Modern dönemde, prometeus algısı üzerinden yapılan insan tanımı, post-modern dönemde de devam etmekte ancak tanrıyla savaş yapma yerine tanrıyı ekonomik olarak neo-liberalizme, siyasal olarak ise demokrasiye razı etme şeklinde bir değişikliğe uğramaktadır. Pozitivizmin rahminde döllenen modernlikte afyon olarak nitelenen din, post-modernitede görünen ve fakat müdahil ol(a)mayan bir mahiyete bürünerek folklorik bir değer halini almıştır. Müslümanlar şayet bir “direniş dili” geliştireceklerse bu dil, takvayı hayatın tam orta yerinde görünür kılmayı şiar edinmelidir. Vesselam…
 
Kamil ERGENÇ
kamilergenc@hotmail.com

 

Diğer Makaleleri