İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Kamil ERGENÇ

Muhafazakar Demokrasiden Türk-İslam Ülküsüne...

Başlarken bir noktanın  altını çizmekte fayda var. Başlıkta yer alan ideolojik tutumlar birbirinden kesin çizgilerle ayrılan bir hususiyete sahip değil. Yer yer birbirlerini bütünleyen bir karaktere sahip oldukları bile söylenebilir. Türkçede "den" ayrılma ekinin “e” yönelme ekiyle birleşerek oluşturduğu terkipler genelde bir yerden çıkarak/ayrılarak başka bir yere varmak anlamını havidir. Yani çıkılan yerle varılan yer farklıdır. Oysaki başlıkta yer alan ideolojik tutumlar, birinden diğerine geçişin bir ayrılma olarak değil en fazla aynı araç içinde koltuk değiştirme olarak adlandırılabileceği bir duruma işaret eder. Dolayısıyla biz bu yazıda 2000’li yılların başından itibaren siyasal alanın öznesi olan muhafazakar demokrat tutumun -ki bu tutum kafi miktarda milliyetçilik barındırmaktadır- neden ve nasıl Türk-İslam ülküsüne geçiş yaptığını; söylemde ve -pek tabi ki- eylemde meydana gelen bu değişimin (Türk-İslamcı perspektifin) bugünün ve geleceğin Türkiye’sinde nasıl bir karşılığının olacağını irdelemeye çalışacağız. Bunu yaparken de evvela Türkiye’nin Osmanlı’dan miras kalan siyasi, iktisadi, içtimai hayatına ilişkin efradını cami ağyarını mani bir değerlendirmeye ihtiyaç var. Çünkü Cumhuriyet her ne kadar kendisini Osmanlı’dan “kopuş” üzerine temellendirmek istese de onun  devamı olduğu su götürmez bir gerçek. Hele ki, Ortadoğu’nun bugün içinde bulunduğu kaotik durumdan selamete çıkışını temin edecek formülün Osmanlı misyonununda gizli olduğunu iddia eden ana akım entelijansiya verken…

Küresel konjonktürün zorlamasıyla(1)  çok partili hayata geçen Türkiye’nin siyasal atmosferi, genel itibariyle, Osmanlı’dan miras kalan radikal modernleşme taraftarları ile muhafazakar modernleşme taraftarları arasında gitgeller şeklinde olmuştur. II. Mahmut tarafından temsil edilen ve Cumhuriyetle birlikte kendisini milliyetçi-sol siyaset cenahı içerisinde konumlandıranlar  tarafından sürdürülen radikal modernleşme akımı, seküler/pozitivist/aydınlanmacı ve jakoben karakteriyle tebarüz ederken;II.Abdülhamit tarafından temsil edilen ve Cumhuriyet döneminde sağ gelenek tarafından sürdürülen muhafazakar modernlik ise dini, kültürel, geleneksel değerlerle barışık bir modernleşmeden yanadır. Esasında hem sağ hem de sol siyasal tutum, Avrupa merkezli olarak (t)üreyen aydınlanma düşüncesi ve onun kaynaklık ettiği modernliği “kaçınılmaz” görmekte ve fakat nasıl tecrübe edileceği noktasında ayrışmaktadır. Sol gelenek, besin kaynağı olan aydınlanma paradigmasının ilerlemeci tarih tasavvurundan ilham alarak dinin; rasyonel olmadığını, geri bıraktığını, insanlığın ergenlik öncesi döneminin ürünü olduğunu, Avrupa’nın sekülerleşerek “ilerlediğini” iddia ederek vazgeçilmesi gerektiği tezini işlerken; sağ gelenek (Cumhuriyet dönemi İslamcılığı 1970’li yıllara kadar bu gelenek içinde var olurken, özellikle tercüme faaliyetleri sonrasında sağ/milliyetçi gelenekten ayrılacaktır.)İslam’la Hıristiyanlığı eşitlemenin yanlış olduğunu,Müslümanların tarihinde Hıristiyanlıkta olduğu gibi din-bilim çatışmasının yaşanmadığını, dolayısıyla dindar kalınarak ta modernleşmenin mümkün olduğu kanısındadır. Ancak aydınlanmanın “religion” dediği şeyle “Ed-din” olan İslam arasındaki farkın, modernliğin ithal edilme sürecinde nasıl bir reaksiyon göstereceğini öngörme hususunda her iki siyasi kanadın da ciddi zaaflarla malul olduğunu söylemek sanırım abartı olmaz.

Osmanlıdan Cumhuriyete geçerken, imparatorluğu içine düştüğü buhrandan çıkarma azminde olan üç ideolojiden sadece biri “yeni” dönemde muteberdir. O da Türkçülüktür. Bilindiği üzere 19. yüzyılın ikinci yarısında imparatorluk bünyesinde yaşanan travmaların atlatılması için Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımları türemiştir. Bunlardan Osmanlıcılık, daha çok, Balkanlarla başlayan sınır daralmasını engellemek için bir “üst kimlik” iddiasıyla ortaya çıkarken (vatan kavramının da bu süreçte Osmanlı entelijansiyasının gündemine girdiğine bu vesileyle işaret etmiş olalım); İslamcılık “öze dönüş” çağrısıyla doğrudan kaynağa gitmeyi ve gelenekte içkin tortulardan arınmayı, yani kısaca “asrın idrakine” hitap etmeyi gaye edinmiştir. Bu gayenin dili, 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca genel anlamda apolojetik bir hususiyette tezahür etmiş, sonraki yıllarda ise bir taraftan anti-kolonyal dilin ve tavrın mümessili olurken diğer taraftan aydınlanma mutlakiyetçiliğiyle hesaplaşmayı yeğlemiştir. Türkçülük ise “yeni” dönemin en etkili ideolojisi olarak ulus devletleşme sürecinin temel itkisidir. Osmanlıcılık, saltanatın kaldırılmasıyla tarih olurken; İslamcılık, hilafetin ilgası ve yazının değiştirilmesiyle “ötekileştirilmiştir.” Cumhuriyet tarihi boyunca merkez ideoloji Türkçülük olurken, İslamcılık, her ne kadar İstiklal Marşı ile yeni devlete mührünü vurmuş olsa da, tehlikeli ilan edilerek kovuşturmalara, idamlara ve sürgünlere muhatap olmuştur. Zaten kimliğini “itikat” eksenli belirleyen ve “cihanşumül” perspektife sahip olan bir ideolojinin, ulus-devletle barışık olması mümkün değildir. Sadece Akif’in hayat hikayesi bile bu dönemi özetlemek için kafidir. Bir süre sağ gelenek içinde varlığını devam ettiren İslamcılık, tercüme faaliyetleriyle kazandığı cihanşümul perspektifle ulus-devlet tarafından icat edilen din dilinden teberri etmiştir. Ancak bu “teberri “ olma süreci fazla uzun sürmemiş, Kemalist oligarşinin ceberutluğundan emin olmak için muhafazakar demokrat çizgiye verilen destek aynı zamanda zihinsel evirilmeye sebep olmuştur. Muhafazakarlığın havi olduğu milliyetçilik İslamcılıkla ünsiyet kurarak Türk-İslam mefkuresine dönüşmüştür.

Cumhuriyetin ilk yıllarında seküler Türkçülüğün hedefinde olan sadece İslamcılık değildir. Ulus-devletin homojenleştirici hususiyeti, doğal olarak farklı etnik kimlikleri de “tedip ve tenkil stratejisiyle” bertaraf etmeye ve ehlileştirmeye çalışmıştır. İçeriği Avrupa merkezli Türkoloji enstitülerinde olgunlaştırılan Türkçülük, modern Türkiye’nin inşasında yegane referans sistemidir adeta. İttihat-Terakki kadroları elinde “cihan hakimiyeti mefkuresi” olarak belirginleşen ve her nasılsa bir anda iki bin yıllık devlet geleneğini hatırlayan -ki bu hatırlama Türklüğü İslam öncesinden başlatarak bir nevi kimliğini İslam’a refere etmeden tanımlama amacındadır- Türkçülük, Cumhuriyetin etnik saflaşmasını temin etme noktasında oldukça işlevseldir. Sonraları, özellikle ikinci dünya harbi sonrası, ulus-devletin “milli din” arzusunu yerine getirmek amacıyla (gerçi ulus-devlet henüz daha cumhuriyetin ilk yıllarında “Milli Din” ihdası amacıyla başta Türkçe ibadet olmak üzere oldukça radikal adımlar atmıştır fakat aşının tutması için ikinci dünya harbi sonrasını beklemek gerekecektir) seküler karakterinden yavaş yavaş sıyrılarak Türk-İslam mefkuresi olarak tebarüz eden Türkçülük, hemen hemen bütün siyasi fraksiyonların ana omurgasında yer etmiştir. Yani ister sağ isterse sol olsun (seküler olan veya olmayan Kürtçülüğü “paradigmatik” anlamda Türkçülükle aynı olsa da söylem itibariyle farklı olduğu için ayrı tutmak gerekir) bütün siyasal akımlar bünyelerinde Türkçü/milliyetçi argümanlar barındırmaktadırlar. İslamcılık, sağ gelenekte içkin bu milliyetçi tortulardan arınmak için 1970’li yılları bekleyecektir.(2)
Bize özgü modernleşme tecrübesi ikinci dünya harbi sonrasında farklı bir ivme kazanır. Tanzimatın ilanında zirveye çıkan “dışarının zorlaması” meselesi bu dönemde de caridir. Çok partili hayata geçişimiz, dönemin küresel baronu olan ABD/NATO hattı tarafından temin edilir. Çift kutuplu dünyanın temellerinin atıldığı ve yaklaşık kırk beş yıl sürecek olan soğuk savaş hikayesinin yazıldığı bu dönemde Türkiye, II. Mahmut çizgisinin radikal modernleşmeci mirasçılarını (darbeler dönemi istisna tutulursa) uzun süre iktidar yüzü göremeyecek şekilde bertaraf eder. NATO paktına dahil olmanın fidyesi olarak anti-komünist örgütlenmeler terviç edilir. Sağ ve sol (özellikle kendisini merkez sol olarak tanımlayan) gelenek bu süreçten ziyadesiyle istifade eder. Abdülhamitçi sağ/muhafazakar geleneğin ilk kazanımı Menderes’in iktidara gelmesiyle olur. Bu gelenek bir yandan teknik-sınai ve bayındırlık alanlarında gelişmeyi/ilerlemeyi ve NATO paktıyla uyumlu çalışmayı genel siyaset anlayışının merkezine yerleştirirken, diğer yandan milli-manevi değerlerin özendirilmesini de önemser. Dinin modernleşmenin önünde engel olmadığını, Müslüman kalarak ta modern olunabileceğini kanıtlama çabası içerisindedir. 1950’li yıllarda açılmaya başlayan İmam Hatip okulları ve Yüksek İslam Enstitüleri/İlahiyat Fakülteleri, dinin doğru anlaşılmasını (esasında buradaki doğru anlaşılma meselesi modern değerler sistemiyle ve tabi bu arada ulus-devletin “mukaddesatlarıyla” uzlaşmacı bir din dilinin inşasıyla ilgilidir) temin etme görevini yerine getirmenin yanında din-bilim, gelenek-modernite ilişkisini de sağlıklı bir zeminde inşa etmeyi amaç edinmiştir.(3)

Milli Görüş geleneğinin ilk nüveleri oluşuncaya kadar, sol paradigmadan beslenen siyaset erbabına iktidar olma imkanı vermeyen dönemin Türkiye’si, Milli Nizam Partisi’nin kuruluşuyla birlikte sağ gelenek içinde dini söylemi bariz bir çizgiyle tanışmıştır.(4) Öncesinde Menderesle başlayan çizgiye en azından dine gadretmemeleri ve küçük te olsa dinin kamusal alandaki görünürlüğünü sağladığı için destek olan kitleler, Milli Görüş çizgisiyle birlikte artık dini olanın kamusal alanda temsilini doğrudan siyasetinin merkezine alan bir duruşla karşılaşmışlardır. Bu duruşun Türkiye İslamcılığının tarihsel gelişimi bakımından önemli olduğunu ve 2000’li yılların “muhafazakar demokrat” iktidarının bu tarihi arka plandan bağımsız düşünül/e/meyeceğini sanırım hatırlatmaya gerek yok.

Milli Görüş geleneği teknik-sınai ve bayındırlık alanlarında ileri düzeyde hizmet üretme ameliyesiyle klasik sağ gelenekle aynı mecrada yer alırken; Türkiye’nin İslami kimliğinin önemini vurgulaması (Müslüman Türkiye), Ortadoğu havzasında Türkiye’nin önemli rol oynaması gerektiğini beyan etmesi (Bölgesel liderlik), Batı ile (özellikle AB ile) ilişkilerde çekimser kalması ve hatta alternatif bir İslam Birliği idealini bayraklaştırması ve ayrıca halkçı bir ekonomik bölüşümden yana olması  gibi özellikleriyle de sağ/muhafazakar gelenekten ayrılır. Devleti vatandaşına hizmet etmesi gereken (bir tür garson devlet) bir yapı olarak görür ve geleneksel devlet tapıncını yerer. Bu yönüyle milliyetçilikle arasına mesafe koyar. Merkez-çevre çatışmasında tercihini çevreden yana kullanır. Merkezi işgal eden bir avuç azınlığın -ki bunlar Müslüman Türkiye’nin bağımsızlaşmasını engellemektedirler- ceberutluğundan müştekidir. Sermayenin bu bir avuç azınlığın elinde dolaşmasını sorun eder ve devletten beslenmeyen bir ticari girişimciliğin taraftarıdır. Anadolu sermayesini bu yüzden oldukça önemser. Anadolu Kaplanları yakıştırması bu geleneğin döneminde ortaya çıkmış, devlet kredileriyle zengin olmayan (paradan para kazanmayan) dindar müteşebbisleri tanımlamak için kullanılmıştır. Doksanlı yıllar boyunca türlü engellemelere rağmen gelişen bu sermayenin, 2000’li yıllarda muhafazakar demokrat iktidarın oluşmasında ve sonrasında “muhafaza” edilmesinde oynadığı rol hayatidir. ”Muhafaza” etme işlevini yüklenen sadece sermaye değildir elbette. Kırdan kente göçü, ülke olarak en az hasarla atlatmamızı temin eden “cemaatlerin” de burada oynadığı rolü ikrar etmemiz gerekir. Çok partili hayata geçişle birlikte sol paradigmanın kaynaklık ettiği ideolojik tutumun iktidar olmaması için adeta seferber olan cemaatler, aynı Saiklerle, muhafazakar demokrasinin iktidarını da sağlamlaştıracaklardır.

Bir farkla ki, Türk-İslam sentezinin terviç edildiği 12 Eylül sonrasının gözde cemaati Nurculuk (özelde Gülen Hareketi), Türkiye’nin 21. yüzyılın Ortadoğu’sunda kısmen “kendine özgü” bir strateji belirlemesini, “hizmetinde” olduğu ABD çıkarlarıyla örtüşük olmadığı için, yıllara baliğ yapılanması aracılığıyla en son 15 Temmuz vahşetini icra ederek sağ gelenek içinde ciddi bir kırılmaya sebep olmuştur.(5) Bu hareket (resmi adıyla FETÖ), klasik sağcılığın hemen bütün hususiyetlerini bünyesinde barındırmanın yanında, fazladan, Türk-İslamcı bir kılığa da bürünerek devlet yapılanmasının her alanına nüfuz etmiştir. Türkçü/Milliyetçi karakteri bu yapının hem sağ hem de sol (özellikle milli sol) tarafından kabul görmesini sağlamıştır. 1990’lı yıllarda değişen NATO konseptinin de etkisiyle “ılımlı İslam” projesinin en önemli temsilcileri olarak öne çıktıkları için, küresel sistem tarafından himaye görmüşlerdir. 1970’li yıllardan itibaren sağ/muhafazakar çizgiden ayrılarak kendi gündemini belirlemeye çalışan İslamcı akımın kriminalize edilmesinde oynadıkları rolün hayatiliği, çok sonraları anlaşılacaktır. Anti-komünist reflekslerini yeterli bulmadıkları için Milli Görüş çizgisine 1970’li yıllarda mesafe koyan bu yapının, Özal’ın liberal-muhafazakar siyaset tarzına verdikleri destek dikkat çekicidir. Milli Görüş çizgisine konulan mesafenin bir tür intikama dönüştüğü 28 Şubat süreci, 2000’li yılların Türkiye’sinde muhafazakar demokrat söylemin bulduğu karşılığı anlamak için oldukça önemlidir. Gülen Hareketi sonraki iktidarlarla da yakın temasını korumuştur. Yurt-dışı okullar açmaları ve Türkçe’nin yaygınlaşması uğruna gösterdikleri çabalarla verdikleri Türk-İslam ülküsünün sadık bir neferi görüntüsü, zaten Türkçülüğün tesiri altsındaki siyasi atmosferi lehlerine çevirmelerini sağlamıştır. Eğitimli kadroları ve küresel sistemle olan yakın temasları da muhafazakar demokrat iktidarın paydaşı olmalarını kolaylaştırmıştır.

Milli Görüş içinden çıkan yenilikçi hareketin ideolojik kimlik olarak seçtiği terkibin muhafazakar demokrat olması tesadüf değildir. Bu terkipteki muhafazakarlık, yukarıda da işaret etmeye çalıştığımız üzere Abdülhamitçi geleneğe yaslanmanın işareti iken, demokratlık Avrupa’yla barışık olmanın göstergesidir. Muhafazakar demokratlık, geleneği reddetmeden modernliğin gerçekleşebileceğine inanmanın yanında, aynı zamanda yerliliği dışlamayan bir evrenselliği de önemser. Ancak köklü değişime mesafelidir. Muhafazakarlığın Fransız İhtilali sonrası ortaya çıkan bir koruma (conserve) tavrı olduğu hatırlandığında, köklü değişime duyulan tepki anlaşılabilirdir. Ancak her kavram içine doğduğu tarih/zaman kesitinin ve toplumsal muhayyilesinin ürünü olduğundan, muhafazakarlığın toplumumuzdaki karşılığı tam olarak net değildir. Genel olarak dindarların, Müslümanların hatta İslamcıların bile içine dahil edildiği bir şemsiye -ya da amorf mu demeliyiz- kavram olarak literatürdeki yerini korumaktadır. Kabaca namaz kılan, oruç tutan, kamusal alanda tesettürü savunan, faizsiz bankalarla iş tutan, çocuğunu imam hatip okullarına gönderen kitleler bu kavramın içine dahil edilmektedirler. Bu yönüyle Cumhuriyet Türkiye’sinin sağ geleneğinde kümelenmiş kitlelerin reylerine talip olduğu söylenebilir. Demokratlık ise bireysel haklar, sivil toplumun güçlendirilmesi, azınlık haklarının güvence altına alınması, düşünce ve inanç özgürlüğü gibi olguları havi olması münasebetiyle anti-demokratik uygulamaların (asker-sivil ilişkileri, bürokratik oligarşi, yargı bağımsızlığı, üniversitelerin özerkliği gibi) çözümünü müjdeleyen bir hususiyete sahiptir.

Nitekim kasım 2002’de Ak Parti’nin gördüğü teveccüh, hem sağ geleneğin önemli oranda temsilcisi olduğunu hem de muhafazakar demokrat söylemin kitleler nezdinde bulduğu karşılığı ispat etmiştir. Bu seçimde sağ geleneğin merkezinde olduklarını her fırsatta dile getiren Özal-Demirel çizgisini sürdüren partilerin (ANAP-DYP) meclis dışında kalmaları ve bir daha da meclis yüzü görememeleri dikkate değerdir. Bu durum, merkez sağ geleneğin tek bir partide “muhafazakar demokrat” ideolojisi etrafında kümelendiğini göstermektedir. İslamcı tabanın da bu süreçte verdiği destek hesaba katıldığında, Ak Parti’nin oldukça heterojen bir tabana yaslandığı söylenebilir. Bu heterojen kitleyi bir arada tutmak için klasik sağ siyaset tarzının yeterli olmayacağı ise aşikardır. Bu nedenle 2000’li yılların başında geniş ufuklu bir siyaset tarzından bahsedilebilir. Genel anlamda “sistemin” gadrine uğramış kitlelerin sığınağı olarak görülen Ak Parti’nin, AB uyum sürecini sözünü ettiğimiz bu “gadr” den kurtulmak için fırsat görmesi de siyaset ufkunun genişlemesine etki etmiştir. Yani, yine bir “dışarının zorlaması” durumudur söz konusu olan.
İktidarının ilk yıllarında, Kemalist bürokrasinin barikatlarını aşmak için AB ile ilişkilerin sıkı tutulmasına ve 1990’lı yıllardan beri Anti-Kemalist literatürün oluşmasına katkı sunan İslamcı-Liberal ve Sol entelijansiya ile iyi geçinmeye gayret edildiği söylenebilir. Bu birliktelik sayesinde Kemalizmin ordu-yargı ve üniversiteden müteşekkil oligarşisi geriletilmiş ve Özal’la başlayan küresel sisteme entegrasyon süreci hızlanmıştır.

1990’lı yıllarda Türkiye’nin gündemine giren Post-modernitenin her türlü merkezi reddeden merkezsiz/öznesiz yapısı, tek bir hakikat olamayacağı iddiası ve ideolojilere/büyük anlatılara son veren perspektifi, modern paradigmadan beslenen Kemalizmin otoriter, jakoben, buyurgan ve tekçi yapısında önemli bir gedik açtı. İslamcı-liberal-sol ittifakın bu süreçteki en önemli başarısı olarak kayıtlara geçen Kemalist oligarşinin geriletilmesi, muhafazakar demokrat söylemin egemenliğinde Yeni Türkiye’nin inşasına evirildi. Yeni Türkiye’nin inşa sürecinde de devam eden Muhafazakar-İslamcı-Liberal ve Sol ittifak;

1- “Politik ve Dini Popülizm”(6) stratejisinin Türkiye toplumunda bulduğu niceliksel karşılığın başka müttefiklere ihtiyaç bırakmaması ve bundan dolayı sağ/muhafazakar/milliyetçi geleneğin “merkez ideoloji” olmanın verdiği gücü ve imkanı “başkalarıyla” paylaşmak istememesi;
2-Muhafazakar/sağ/milliyetçi geleneğin entelektüelliği tahfif eden hususiyeti;
3-Ultra-Pragmatik,  Ultra-Oportünist ve Ultra-Makyavelist yapısıyla Türkiye’de ki liberal havzayı önemli ölçüde massetmiş olan Gülen Hareketi’yle yaşanan gerilim;
4-AB uyum yasalarının yarattığı “özgürlükçü” havanın, Mısır benzeri bir darbenin Türkiye’de gerçekleş/tiril/eceğine dair endişe;
nedenleriyle bozuldu.  Bu bozulma kendisini en bariz olarak Gezi Parkı eylemlerinde gösterdi.
“Yeni Merkezin” muhafazakar/milliyetçi ideolojisi,  Gezi Parkı eylemleri sırasında ve sonrasında bir zamanlar Kemalist oligarşiye karşı ittifak yaptığı sol ve liberal çevreleri “gayr-ı milli” olarak tanımlayarak, kendi meşruiyetini tahkim etti. 15 Temmuz ihanet girişimini ve bu ihanete karşı gösterilen emsalsiz direnişi, Gülencilerin uluslar arası düşünce kuruluşlarıyla ittifak yaparak oluşturdukları “algı”ya göre değerlendirmeyi tercih eden Türkiye’deki sol/liberal havza,  muhafazakar/milliyetçi merkez ideolojinin tahkimatında önemli bir rol oynadı.

28 Şubat sürecinde maruz kaldığı zulümleri bir daha yaşamamak için, 2000’li yılların başında Muhafazakar Demokrat siyaset tarzına destek veren İslamcılık ise; bu tarzın teveccüh gördüğü toplumsal tabanın genişliğini karşısına almak ve muhalif olması durumunda sol ve liberal kesimlerin maruz kaldığı “gayr-ı milli” ve “kökü dışarıda” yaftasıyla itham edilmek istemediği için, 1990’lı yıllardaki özerkliğini ve özgünlüğünü, şimdilik, terk etti. Bu özerkliği ve özgünlüğü kazanmasına vesile olan “perspektife” de yabancılaştı. Yerlilik ve millilik klişesinin etkisi altında kalan İslamcılık, ilmi/entelektüel besin kaynaklarını da değiştirme ihtiyacı hissetti. Mevdudi, Malik B.Nebi, Ali Şeriati, Seyyit Kutup, Aliya İzzetbegoviç  gibi aydın/ulema yerine; Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Peyami Safa, Ömer Seyfettin gibi entelektüeller tercih edilmeye başlandı. Böylece ulus devletin öteden beri yapmaya çalıştığı ve hatırı sayılır oranda mesafe aldığı “milli din” algısı, muhafazakar demokrasi ile milliyetçiliğin ittifakı sayesinde Türk-İslam ülküsü adı altında mevzisini tahkim etti.

Yararlanılan Kaynaklar
1-Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi-Hilmi Ziya Ülken/Türkiye İş Bankası Yay.
2-Çağdaş İslami Akımlar-Mehmet Ali Büyükkara/Klasik Yay.
3-Cereyanlar-Tanıl Bora-İletişim Yay.
4-Yüzleşmenin Kişisel Tarihi(Mito-politik Söylemden Ağıdı Yakılmamış Çocuklara)-Selçuk Küpçük/Granada Yay.
5-Muhafazakar Milliyetçi Entelijansiya-Yüksel Taşkın/İletişim Yay.
6-Türkiye’de Din ve Siyaset-Şerif Mardin/İletişim Yay.
7-Modern Klişelerin Gölgesinde İslamcılık-Kamil Ergenç/Hareket Yay.

Dipnotlar:
1-) Esasında Türkiye’de ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu havzasında küresel konjonktürün zorlamadığı bir dönemden bahsetmek neredeyse mümkün değildir. Bunun sebebi jeo-politik,jeo-stratejik ve Jeo-Kültürel konum olduğu kadar ,küre ölçeğinde olup bitenlere ilişkin “bilinçli” ilgisizlikte olabilir.
2-) İslamcılığın, ulus-devlet tarafından “icat” edilen milli din dayatmasından ve bu din dilinin taşıyıcısı olan Milliyetçi/muhafazakar/sağ gelenekten ayrılma süreci dikkatle incelenmeyi hak ediyor. Bu süreçte ödenen ağır bedeller vardır hiç şüphesiz.Sedat Yenigün,Metin Yüksel,Erdoğan Tuna gibi İslamcı gençlerin “faili meçhul” cinayetlere kurban gitmesi gibi mesela…Selçuk Küpçük ,”Yüzleşmenin Kişisel Tarihi”nde ülkücü kanat içinde 1980 ihtilali sonrası yaşanan kırılmayı oldukça güzel anlatır.12 eylül vahşetinin hem ülkücü hem de sol cenahta meydana getirdiği travmalar, yakın tarihin en trajik hadiselerindendir muhakkak.Ülkücü havza bu süreçte bir iç hesaplaşma yaşar.Kutsadıkları devletin işkence hanelerinde maruz kaldıkları insanlık dışı muamele, bu hesaplaşmayı hızlandırır.Bir çoğu cezaevinde İslami kaynaklarla tanışarak daha “sahih” bir çizgiye evrilir.Küpçük’ün dikkatimizi çektiği Bizim Dergah dergisi bu yüzleşmenin/hesaplaşmanın ana üslerinden biridir.Şu cümleler Bizim Dergah dergisindendir “Bizim(Müslümanların) savaşımız birbirimizle değildir.Bizim savaşımız,bizi özümüzden koparıp ,ona buna peşkeş çeken küfür zihniyetinin,küfür sistemidir.Bizim savaşımız,Şeriat-ı Ahkamiyye’nin karşısında olan ,bütün kurum ve kuruluşlarıyla birlikte ,küfür cepheleriyledir.(Bizim Dergah sayı:33 Aralık 1990) ve şu cümleler de “Allah(C.C)’ın yeryüzü hakimiyetine başkaldırarak O’nun hükümlerini eksik,yetersiz,geri ve çağdışı bulan ve bunun için O’na mukabil olmak üzere hükümler icat eden beşeri otoritelerin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz…Günümüzde hüküm süren siyasi yapılanmaların ve onların pratik yaşantımızı,cahili değerlerin tasallutundan kurtaramayız.Çünkü iman ve küfür,İslam ve cahiliye birbirinin zıttıdır.”(Bizim Dergah Sayı.23 Ocak 1990) Daha geniş bilgi için bkz. Selçuk Küpçük-Yüzleşmenin Kişisel Tarihi(Mito-politik Söylemden Ağıdı Yakılmamış Çocuklara)
3-)İmam Hatip Okulları ve İlahiyat Fakülteleri’nin amacı bugün, ilk açıldıkları güne göre, farklılaşmıştır kanaatindeyim. Post-Modern paradigmanın amorf ve renksiz karakteri,19.yüzyıldan 20.yüzyıla miras kalan din-bilim ve gelenek-modernite arasındaki,varsayılan,çatışmaların anlamsızlığını izhar etmiştir.Yeni dönemde ne bilim ne de din bir “hakikat” vazedicisi olarak görülmemektedir.Ayrıca dönemin “öcüsü” komünizm–ki imam hatiplerin bu öcüyü engelleyeceği varsayılmıştır-1991 de Sovyetlerin dağılmasıyla moral motivasyonunu kaybetmiştir.Dolayısıyla bugün bu okulların amacı,kanaatimce,Yeni Türkiye’nin ideolojisi olan  Türk-İslam ülküsünün kamusallaşmasını temin etmektir.Bunu yaparken de Osmanlı imgesine ve “sufi” (özellikle Halidi Nakşi gelenek)perspektife müracaat edilmektedir.
4-Gerçi milli nizama gelinceye kadar İslami referanslı bir çok parti kurulmuştur. Tanıl Bora’nın “Cereyanlar” isimli eserinde işaret ettiği bu partiler:1946 da kurulan ve iki ay içinde kapatılan İslam Koruma Partisi,1945 te kurulan ve dış politikada İslam birliğini savunan Milli Kalkınma Partisi,1951 de Cevat Rıfat Atilhan tarafından kurulan İslam Demokrat Partisi ve 1948 te kurulan Millet Partisi.
5-Nurculuk, 1878 Bitlis-Hizan doğumlu Said Nursi tarafından kurulmuş bir harekettir. Said Nursi, Halidi Nakşiliğin önemli merkezlerinden Toğ ve Norşin medreselerinde eğitim almıştır.İstanbul ulemasına kendisini kısa sürede ispat eden Nursi,Abdülhamit karşıtı ittihatçılarla ilişkisinden dolayı takibata uğramıştır.II.Meşruiyet sonrasında dini gayelerden uzaklaştıkları için ittihatçılarla arasına mesafe koyan Nursi,İttihadi Muhammediye Fırkasının kurucuları arasında yer almış, bu nedenle 31 Mart vakasıyla ilişkilendirilip tutuklanmıştır.Talebeleriyle oluşturduğu 3-4 bin civarında milis gücüyle kurtuluş savaşına katılan Nursi,Cumhuriyet Döneminde de takibattan kurtulamamıştır.Menderes Hükümetine destek verdiği bilinmektedir.Yazdığı eserler Risale-i Nur olarak adlandırılmaktadır.Hareketin genel stratejisine ilişkin öz bilgi için Mehmet Ali Büyükkara-Çağdaş İslami Akımlar-Klasik Yay. // Tanıl Bora-Cereyanlar-İletişim Yay.//Şerif Mardin-Türkiye’de Din ve Siyaset-İletişim Yay.
6-)Kavramsallaştırma Atasoy Müftüoğlu’na aittir. Müftüoğlu, bu iki kavramın birer “uyuşturucu” olduğu kanısındadır. Her iki popülizm türü de oldukça geniş bir alıcı kitlesine sahiptir. Din dilinin “vulgarize” edilmesini de içkin olan bu popülist tavır/lar, denebilir ki,sağ/muhafazakar/milliyetçi geleneğin adeta can simidi olmuştur.
 
NOT: Bu yazı Umran Dergisi’nin Ağustos 2018 sayısında yayınlanmıştır.



Diğer Makaleleri