İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Kamil ERGENÇ

Bir Hatıratın İzinden Yakın Tarih

BİR HATIRATIN İZİNDEN YAKIN TARİH


Hatıra yazmanın ölümün elinden bir şeyler kurtarmak olduğunu söyler Andre Gide. Hakikaten de yaşanmışlıkların objektif olarak ortaya konulduğu hatıratlar, bir tarih kitabı kadar önemlidir. Tarihçiler açısından  hatıratların tarihi bir veri olarak kabul edilip edilmediğini bilmiyorum. Ancak şüphesiz tarihi sıkıcı olmaktan kurtaran da hatıratlardır. Bazen hatıratların sayfaları arasında kendimizi buluruz. Hatıratlar, vakanüvislerin rasyonel bir bakış açısıyla kaleme aldıkları olayların aktarımı gibi sıkıcı değildir. Bir kişinin anlatımı olduğundan ve olaylar, hatıratı kaleme alan kişi tarafından yorumlandığından, bu eserleri tarihi bir belge olarak kabul etmeyenler çıkabileceği gibi; belli bir dönemin sosyo-kültürel, politik, entelektüel ve ekonomik verileri üzerinde malumat sahibi olmak için bu tür eserleri önemli sayanlarda olmuştur.
 
Mesela Kemal Yamak anılarını yazmasaydı bizim özel harp dairesinin(ÖHP) vaktiyle nasıl bir amaca hizmet ettiğinden ve dış odaklı(CIA) finanse edildiğinden haberimiz olmayabilirdi. Yada Özel Harp Dairesi’nin kuruluş ve çalışma şekline Ecevit’in yaptığı  itirazlara cevap verilirken, hemen her partide bu teşkilatın üyeleri olduğu gerçeğini bil(e)meyebilirdik. Hayrettin Karaman Hoca hatıratlarını yazmasaydı, Türkiye’nin Cumhuriyet sonrası modernleşme sürecinin halktaki karşılığının neler olduğunu; bu ülkede müslümanca yaşama kaygısı taşıyanların ne tür meşakkatlerle karşılaşmak zorunda olduğunu; 70’li yıllar ve sonrasında Türkiyeli Müslümanların gündemlerini neyin meşgul ettiğini belki de bilemeyecektik. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bizce  hatıratlar önemli bir tarihsel belgedir ve özel ihtimamı hak etmektedirler.

Sayfalarında gezintiye çıkacağımız hatıratın en önemli özelliği 20. yüzyıl siyasal tarihini içinde barındırmasıdır. Bu ifade çok iddialı gelebilir. Ancak eserin kılcallarına girildikçe bu iddianın abartılı olmadığı anlaşılacaktır. Hatıratı yazılan Ruzi Nazar, küresel emperyalizmin temsilcisi sayılan ABD istihbaratına 40 yılını vermiş bir kişi. Ayrıca bu sürenin 11 yılını Türkiye’de geçirmiş biri. Türkistan birliği mefkûresi uğruna Alman lejyoner askerleri arasında SSCB’ye karşı savaşmış; Afganistan savaşından Sovyetlerin dağılmasına, 2. dünya savaşından İran devrimine kadar 20. yüzyılın en önemli olaylarına içeriden tanıklık etmiş biri olması bu eseri daha özel kılıyor hiç şüphesiz.
“Ruzi Nazar: CIA’nın Türk Casusu” ismiyle yayınlanan hatıratı vaktiyle MİT‘te görev yapmış  olan Enver Altaylı kaleme almış. Ruzi’yle olan yakın dostluk bağları bu hatıratın ortaya çıkmasında önemli olmuş.

Enver Altaylı henüz 19 yaşında Talat Aydemir’in darbe teşebbüsünü Kara Harp Okulu öğrencisiyken yaşamış, yargılanmış ve beraat etmiş biri. Daha sonra Ankara Üniversitesi’nde hukuk eğitimi alan Enver Altaylı’nın Ruzi Nazar’la tanışması Yeni İstanbul  Gazetesi’nde çalışırken, Ruzi’nin Ankara da ABD büyükelçiliğinde CIA görevlisi olarak çalıştığı süreçte başlamış ve halen devam ediyor. Altaylı’nın MİT’te görev almasında Ruzi Nazar, Alparslan Türkeş ve Baymirza Hayit gibi isimler etkili olmuş. Ona göre Ruzi, SSCB’nin çökmesinde oldukça etkili olan bir simadır.
 
1917 Bolşevik devriminden sonra tarih sahnesine SSCB olarak çıkan bugünkü Rusya Federasyonu tarihte belki de en kısa ömürlü imparatorluk olarak 1991’de dağıldığında, arkasında milyonlarca ölü, yaralı ve sürgünde yaşayan insan bırakmıştı. Ruzi’nin doğduğu Türkistan toprakları da bu imparatorluğun sınırları içerisinde kaldığından en fazla ıstırabı Türkistanlılar çekti dersek abartmış olmayız.

SSCB’nin varlığını ve gücünü, bünyesinde bulunan Türkistan devletlerine borçlu olduğu hakikati, dönemi analiz eden bütün jeo-stratejistler tarafından ifade ediliyor. Türkistan bölgesi SSCB’yi ekonomik olarak sırtlamasına rağmen, halkın sefalet içindeki yaşantısı SSCB tarihi boyunca hiç bitmemiştir. Bir nevi sömürgeleştirilmiş bir hayat süren Türkistan halkı, II. Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı SSCB’nin yanında savaşmak zorunda kalmış, Stalin’in kibri ile Hitler’in hırsları arasında on binlerce masum Tacik, Özbek, Türkmen, Tatar hayatını kaybetmiştir. Alman kuvvetlerinin savaş esnasında esir aldığı Türkistanlılar ise lejyoner kamplarında eğitilerek SSCB’ye karşı savaştırılmış ve on binlercesi de bu şekilde can vermiştir. Kısacası Türkistan halkı II. Dünya savaşında iki taraftan da ağır darbe yemiştir.

Stalin ve Hitler arasındaki hoyrat rekabetin faturası, Türkistanlılar tarafından ödenmiştir. Savaşa götürülürken bile kaçmasınlar diye vagonlara kilitlenen; sadece savaşacak ve ölecek insan gözüyle değerlendirilen Türkistanlıların bu vahşetten kendilerini kurtarmak için çok büyük bedel ödediklerini ifade etmek gerek. Savaşta Almanlara esir düşerek Alman lejyonu olarak SSCB’ye karşı savaşanlar savaş sonrasında ki sürek avlarıyla toplanarak, Soljenitsin’in “İvan Denisoviç’in Hayatında Bir Gün” adlı öyküsünde tasvir ettiği, Sibirya kamplarına gönderilerek ölüme terk edilmiştir. Savaş sonrasındaki sürek avından kurtulmak isteyen yaklaşık 200 Türkistanlı asker Türkiye ye sığınmış fakat dönemin İnönü Hükümeti reel politik argümanlarla bu askerleri öldürüleceklerini bilmesine rağmen SSCB’ye teslim etmiş ve rivayetlere göre askerler sınırın hemen öte yakasında Türkiyeli teslim heyetinin gözü önünde infaz edilmiştir.

Savaşın sona ermesi ve savaşan tarafların Yatla Konferansı’nda Dünyayı yeni nüfuz bölgelerine ayırmalarını müteakip artık Ruzi için, bir Sovyet uzmanı olarak, CIA’nın kapıları da açılmıştır. Türkistan birliği ülküsünü hep canlı tutarak SSCB’nin yıkılması ve vatanı Özbekistan’da dâhil diğer Türkistanlıların bağımsızlığına kavuşması için çabalayan Ruzi, SSCB’nin çöküşüne giden yolda oldukça önemli rol üstlenmiştir.

Sovyetlerin İran’ı işgali ve sonrasında bu topraklarda kurduğu Güney Azerbaycan ve Mahabat Kürt Cumhuriyetleri, soğuk savaşın başlamasına sebep olmuştur. Bu teşebbüs, ABD tarafından şiddetle kınanarak başta Türkiye olmak üzere Sovyet yayılmacılığı tehdidine maruz kalan ülkelere yardım edileceği ifade edilerek, Kuzey İran’da ki Sovyet işgalinin bitirilmesi ve kurulan naylon cumhuriyetlerin feshedilmesi sağlanmıştır. Bu hadiselerden sonra II. Dünya savaşından Sovyetlerin Yıkılmasına kadar olan süreç ABD’li devlet adamı Herbert Bayard Swope tarafından ilk defa kullanılan soğuk savaş kavramıyla adlandırılmaya başlamıştır. Bu kavramın dünyaya tanıtılması ise M.Baruch tarafından olmuştur.

1991’de SSCB’nin çöküşü, sadece Türkistan bölgesinin bağımsızlığını kazanmasına sebep olmamış, aynı zamanda NATO konseptinde de değişiklik yapılmasına sebep olmuştur.
NATO’nun Sovyet yayılmacılığına karşı bir önlem olarak kurulduğu düşünüldüğünde, bu tehlike ortadan kalktıktan sonra, kendisini her daim bir düşman üzerinden tanımlayan modern Batının yeni düşmanı İslam ve İslami hareketler olmuştur. Yani tehlikenin rengi “kızıl” dan “yeşil”e dönmüştür. Ruzi’nin hayali olan Türkistan birliği belki teşekkül edememiş fakat kahramanımızın 40 yıl hizmetinde bulunduğu CIA, bugün İslami hareketlerin ortadan kaldırılması ve/veya işlevsizleştirilmesi için oldukça yoğun mesai harcamaktadır. 

Kitabın, Türkiye’yi yakından ilgilendiren bölümleri ise oldukça ilginç. Özellikle İsmet İnönü döneminin dış politika anlayışı ve reel politiğin ne kadar zalimce bir tavır olduğunun göstergeleri kitabın satır aralarında mevcut. Ruzi’nin İsmet İnönü ile yaptığı görüşmede SSCB’nin yakın zamanda ortadan kalkacağına ve Türkiye’nin de dış politikasında buna göre pozisyon almasına yönelik uyarısı karşısında İsmet İnönü’nün, imparatorlukların öyle kısa zamanda yıkılmayacağı yönünde ki kanaati ve Türkistan birliği düşüncesinin hayal olduğu vurgusu, Ruzi’yi hayal kırıklığına uğratmanın yanında, dönemin dış politika yaklaşımı açısından oldukça önemli. Bugün anti emperyalist veya anti ABD’ci kesilen CHP’nin o günkü şartlarda nasılda ABD ile sıkı fıkı bir ilişki içerisinde olduğu, Sovyet yayılmacılığı karşısında NATO’ya girebilmek için binlerce askerini Kore’ye gönderdiğini ve ABD direktifiyle çok partili hayata geçtiğini ibretle okuyoruz.

27 Mayıs Darbesi’nde Menderes’in sistem içi unsurlar tarafından bertaraf edildiği inancını taşıyan Ruzi, ABD’nin 27 Mayıs Darbesi’nde herhangi bir müdahalede bulunmadığına inanıyor. Cumhuriyetin kurulmasından sonra Türkiye’de ki darbelerin anası olarak gösterilen 27 Mayıs’ın ABD destekli olduğu kanaati yaygın kabul gören bir kanaat olmasına rağmen, döneme yakından tanıklık eden Ruzi bunun aksini iddia etmekte ve bu kanaatin Türk aydınının her taşın altında CIA etkisi arama handikabından kaynaklandığını iddia etmektedir. İhtilal öncesinde ABD’nin yanlış anlaşılır endişesiyle büyükelçilik görevlilerine Türk yetkililerle konuşmama talimatı verdiğini ifade eden Ruzi, ABD’nin Menderes hükümetiyle sorunu olmadığını iddia ediyor.
27 Mayıs’a giden süreç hakkında da önemli ipuçları veren Ruzi, CHP’nin üslubu, üniversitelerde ki protestolar, aydın kesimin DP’ye muhalefeti ve basın sansürü gibi uygulamaların darbeye zemin hazırladığını iddia etmektedir. Özellikle üniversitelerdeki eylemlerle alakalı olarak gençlerin kıyma makinelerinden geçirildiğine dair şayiaların halk katında önemli tepkilere yol açtığını belirtir. İsmet İnönü’nün “şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal meşru bir haktır” ifadesinin, darbeye giden yolda kırılma noktası olduğuna dikkat çekiyor. İlginçtir ki darbeye zemin hazırlamak için kullanılan argümanlar bugün de değişmemiştir.

Darbe sonrasında aralarında Alparslan Türkeş’inde bulunduğu MBK(Milli Birlik Komitesi)’nın 14 üyesinin, Madanoğlu cuntası tarafından, tutuklanarak Türkiye’nin dışarıdaki misyon şefliklerinde görevlendirilmesini ABD’nin sürece müdahil olmadığının delili olarak ifade eden Ruzi, MBK içerisindeki sol yapının ABD ile ilişkileri sürdürme düşüncesinde olan Türkeş ve ekibini tasfiye ettiğini iddia ediyor. Cemal Madanoğlu’nun CHP ile olan mükemmel ilişkileri ve Sovyet yanlısı düşüncelerine dikkat çeken Ruzi, Madanoğlu’nun darbede yer alan ABD’ci subayları tasfiye ettiğini hatırlatarak 27 Mayıs’ın tamamen iç politik argümanlarla yapılmış bir darbe olduğunu ifade ediyor.
Ona göre 27 Mayıs sonrası Türkeş ile Madanoğlu grubu karşı karşıya kalmış ve Madanoğlu cuntası Türkeş grubunu tasfiye ederek kendisine alan açmıştır. Türkeş’in, Menderes ve ekibinin yargılanmasına karşı olduğunu ifade eden Ruzi Nazar; 27 Mayısın sadece iktidar değişikliği hedeflediğini; ancak Madanoğlu ve ekibinin yargılama yapılması noktasındaki ısrarının Menderesi idama götüren süreci başlattığını ifade ediyor. 

Yalta Konferansı sonrası Mısır ve Irak üzerindeki nüfuzunu arttıran SSCB’nin, 27 Mayıs Darbesi’nden hemen sonra Türkiye’ye, NATO’dan çıkma karşılığında, her türlü maddi yardımı yapacağı ve silah modernizasyonuna destek vereceği şeklindeki teklifinin dönemin başbakanlık müsteşarı Türkeş tarafından kabul edilmemesi, Ruzi’nin Madanoğlu cuntasına yönelik iddialarını temelsiz kılmaktadır. Şayet cunta ordu içerisinde Türkeş ve ekibini tasfiye edecek kadar aktif idiyse, neden SSCB’nin teklifi kabul görmedi? Ya da darbeden hemen sonra MBK üyelerinin NATO/CENTO’ya sadakatlerini ifade etmelerini nasıl anlamak gerek? Kanaatimizce Ruzi bu konuda objektifliğini koruyamamış ve 40 yıl hizmet ettiği kurumunu müdafaa içgüdüsüyle hareket etmiştir. 

Türkiye’nin NATO’ya üye  olduktan sonra gerek askeri gerekse istihbarı anlamda bağımsızlığını kaybettiğini Ruzi’nin anlatımından çıkarmak mümkün. Önceleri Milli Emniyet Hizmetleri olarak adlandırılan devletin istihbarat biriminin CIA ile aynı binayı paylaşması, ABD yardım kuruluşu JUSMAT (Joint United States Military Mission for Aid to Turkey/ Türkiye’ye Yardım İçin Ortak ABD Askeri Kurulu)’ın TBMM ile aynı binayı kullanması gibi hususlar göz önüne alındığında, T.C. devletinin bağımsızlığından bahsetmek neredeyse imkânsızdır. Hatta Menderes döneminde ABD, Türk İçişleri Bakanlığı bünyesinde “Yıkıcı Eylemlere Karşı Ortak Çalışma Bürosu” adı altında bir yapı oluşturarak, Türk  güvenlik güçleriyle ortak çalışmaya bile başlamış. Bu büro 27 Mayıs Darbesi’nden sonra, Türkeş’in başbakanlık müsteşarı olduğu dönemde, fark edilmiş ve kapatılmıştır. Bu büronun ne tür faaliyetler yaptığı ve hangi yıkıcı eylemlere karşı Türk güvenlik güçleriyle birlikte çalıştığı konusuna ise kitapta değinilmemiş. Aslında Ruzi’nin bizleri bu konuda da bilgilendirmesini beklerdik doğrusu. 

Ruzi’nin, ABD tesiri yok dediği 27 Mayıs Darbesi’nde, ihtilalin kudretli albayı Alparslan Türkeş’in ABD’deki eğitimi hususu atlanmaktadır. Ruzi, ABD istihbaratının yarbay Samet kuşçu cuntası da dahil ordu içerisindeki yapılanmalardan bir şeklide haberdar olduğunu ifade etmesine rağmen, Madanoğlu cuntasının nasıl olup ta başarıya ulaştığı hakkında pek fazla malumat yoktur. Bu darbenin solun ideolojik enerjisini ortaya çıkaran bir başlangıç olduğunu, bu sayede Sovyet tarzı yapılanmaların hangi aşamada olduğunun ortaya çıkarılmasının amaçlandığı ve nihayetinde 1972 muhtırası ile 12 Eylüle giden yolda solun bu enerjisinin bertaraf edildiğini söylersek acaba çok mu komplocu davranmış oluruz. 

Nitekim MSP’nin kuruluş sürecinde Türkiye’de ki İslami hareketliliğin ivme kazandığı bir döneme denk gelmiştir. Bu sayede küresel istikbar, karşısına alacağı yapıları belli bir siyasal ve ideolojik kamp etrafında örgütlenmeye icbar ederek, süreç içerisinde sisteme entegre etme çabası gütmüştür. Türkiye’de ki SSCB taraftarı solun bir şekilde işlevsizleştirilerek CHP tarzı Kemalist solun merkeze yerleştirilmesi bu söylediklerimizi destekler mahiyettedirler. Aynı küresel istikbarın sahih İslami hareketlilikleri MSP çizgisi içerisine hapsederek, MSP dışı yapılanmaları radikal/fundamentalist gibi yaftalamalarla ötekileştirmesi, bugün gelinen nokta itibariyle İslamcı damarın sisteme entegre olmasını sağlamıştır. 

Afganistan’ın SSCB’nin dağılma sürecinde oynadığı rol, kitapta dikkat çeken en önemli şahitliklerden biridir. ABD’nin SSCB’ye Afganistan da Vietnam’ı yaşatma arzusu, İslamcı hareketlerle işbirliği yapmasına ve bütün dünyada Afganistan da savaşan grupların mücahit olarak tanıtılmasına zemin hazırlamıştır. ABD istihbaratının Afganistan da ki bütün grupların teçhiz edilmesi ve tanıtılmasında ne kadar işlevsel olduğu kitapta ayrıntılarıyla anlatılmaktadır. CIA’nın yıllık 700 milyon dolarlık yardımları, Afganlı grupların mücadele azmiyle birleştiğinde, SSCB orada hezimete uğra(tıl)mış oldu. Afgan savaşının SSCB’nin dağılma sürecini hızlandıran en önemli unsur olduğu göz önüne alındığında, bu savaşta ki ABD desteği daha iyi anlaşılacaktır. 

Ruzi’nin, Hikmetyar’la bizzat görüşmesinden tutun da, Abdullah Azzam’ın direnişi örgütleme sürecine kadar Afganistan’la ilgili bir çok husus kitapta ayrıntılarıyla anlatılmış. Ruzi’nin Oliver Roy’dan esinlenerek Afgan direnişinde ABD yardımı gören grupların, 11 Eylül sonrası terörist olarak adlandırılması ve o gün SSCB karşısında İslamcı Hareketlerin desteklenmesinin bugün ABD’ye maliyetine ilişkin kanaatleri, emperyal politikaların serencamıyla ilgili bizlere önemli veriler sunabilir. 

SSCB’nin bozguna uğra(tıl)masından sonra mücahit grupların kendi aralarında yaşadığı kırılmaların anlaşılması için, kitapta çizilen Hikmetyar portresinin önemli olduğunu düşünüyoruz. Kabilevi menfaatlerini ön plana çıkarma sevdalısı olan bu adamın, savaştan sonra aylarca Burhaneddin Rabbani’nin kurduğu Afganistan İslam Emirliği’nin başkenti Kabil’i bombalaması ne tür bir kişiliğe sahip olduğunun da delilidir. Rabbani, Şah Mesut gibi bölgenin dinamiklerinden haberdar ve kuşatıcı liderleri, Hikmetyar ve benzerlerinin kabilevi taassubuyla ortadan kaldıran küresel emperyalizm şimdi orada daha rahat at oynatmaktadır. ABD’nin Afganistan’ı işgal etmeden önce Şah Mesut’u ve 2011 de Afganistan’ın en kuşatıcı lideri Rabbani’yi suikastla ortadan kaldırdığını hatırlarsak ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. 

Sonuç olarak, 20.yüzyıl, Batı modernitesinin küreselleşmesi için önemli bir işlev görmüştür.

Ruzi Nazar’ın hatıratı, 20. yüzyılın hangi paradigma üzerine kurulduğunu anlamak için önemli bir eser. Hayatını Türkistan birliği mefkuresine adamış, 40 yıllık CIA hizmetinde dahi bu ülkü uğruna çabalamış Ruzi’nin bu hatıratı, yazarının istihbaratçı olma özelliği her daim göz önünde bulundurulmak suretiyle, 20.yüzyılı anlamak açısından okunmaya değer önemli bir eser. Vesselam…

Kamil ERGENÇ
kamilergenc@hotmail.com
 

Diğer Makaleleri