İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Kamil ERGENÇ

Euro-Fobia, Modern Selefilik ve Radikalleşme

Kavramlarla başımızın dertte olduğu kesin. Nasıl olmasın? Neredeyse her yeni güne yeni bir kavramla uyanıyoruz. Yaşanan enformasyon devrimiyle küçük bir köy haline gelen dünyamız herhalde hiçbir dönemde bugünkü kadar bir örnekleşmedi. Yaklaşık 500 yıldır bilgi üretme tekelini elinde bulunduran Batı Medeniyeti, bu birörnekleş(tir)me sürecinin öznesi sayılabilir. Ancak bu süreç, Dünya’nın Batı dışında kalan yerlerinin gönüllü teslimiyetlerinin neticesinde değil, büyük oranda cebren ve hile ile gerçekleşti. Halihazırda Batı Medeniyeti’nin dikte ettiği insan-evren-tanrı tasavvuru çöktüğü için yaşanan kaos önümüzdeki yıllarda ciddi kırılmaların olacağının işaretidir. Güçlü olanların yazdığı tarihe bakılırsa, 21. yüzyılı müdrik olduğumuz bu tarihi vasatta insanlık ailesinin modern kavramlara ram olmasından başka çare yok. En temel varoluş istinatgahı olan “dil” yittiği içindir ki insanlık ailesi maruz kaldığı kavramsal şiddete karşılık veremiyor. O halde tabi ki bu çağın egemen kavramlarıyla konuşacağız! Ve tabii ki düşünce dünyamızı bu çağın egemen kavramları şekillendirecek mi diyeceğiz? Yoksa yeni bir varoluş imkanı oluşturma cehtine mi girişeceğiz?

Medeniyetler çatışması tezini ortaya atanları haklı çıkaran gelişmeler yaşanıyor. Tarihin sonu tezinde iddia edilen liberal demokrasilerin insanlığın varacağı son nokta olduğu ve bundan sonrasının olmayacağı öngörüsü ise tepetaklak oldu. Liberal demokrasilerin son nokta olduğu iddiasının ne kadar kof olduğu aslında teknokrasiye geçen Avrupa tarafından açık edildi. İçine düştüğü ekonomik krizden kurtulma çabasının teknokrasiye yönelttiği Avrupa’nın demokrasiyi bir kurtuluş reçetesi olarak kendi dışındaki dünyaya sunmasının ne anlam ifade ettiği üzerinde düşünmek gerek. Demokrasi, gerek emperyalizmin meşrulaştırılmasında  gerekse Dünya’nın Avrupa dışındaki yerlerinin bir örnekleştirilmesinde oldukça önemli bir işlev görüyor.

Tarihi boyunca sürekli olarak kendisine bir öteki oluşturan Batı Medeniyeti’nin 21. yüzyılın hemen başında öteki olarak konumlandırdığı İslam ile savaşı bu çağın en belirleyici özelliği olacak. Kendisini Müslüman olarak tanımlayanları oldukça zor günlerin beklediğini söylemek kehanet olmasa gerek. Çünkü tarih çok iyi bir öğretmendir. 1492’de Kudüs’ü hatırlatan her ne varsa Avrupa Kıtası’ndan kovanlar yeni bir 1492’ye hazırlanıyor. Tabi bunun için öncelikle İslam’ın ve Müslümanların kendileriyle savaşılması gereken ilkel/barbar insanlar olduğu tezinin gerçek olduğuna evvela kendi kamuoylarını ardından ise Müslüman olmayan diğer medeniyetleri ikna etmek gerekiyor. Charlie Hebdo baskını olarak adlandırılan sürecin bu söylediğimiz zemini güçlendiren küçük bir hadise olduğu gerçeği inkar edilemez. Daha büyüklerinin olması için canla başla çalıştıkları hususunda şüphe etmeye de gerek yok. Bu hususta kendilerine asistanlık yapan İşid-Boko Haram ve El-Kaide gibi örgütlerde mevcut.

Geleneği ret üzerine kurulu modern Selefiliğin radikalleşme sürecinde çok önemli bir işlev gördüğü inkar edilemez. Geleneksizliğin tabi neticesi olan radikalleşme, kendisine bir öteki arayanları fevkalade memnun ediyor. Modern Selefiliğin geleneği tahfif eden yönü ve içten içe nihilist/anarşist ruh halini yansıtıyor oluşu çok kolay manipüle edilmesini sağlıyor. Bunun farkında olan Batı Medeniyeti’nin tek yapması gereken ise tahrik etmek. Karşısında ahlaki değil tepkisel/reaksiyoner tavır alışlar geliştiren kitleler olduğu müddetçe Batılıların hiç zorlanmadan Müslümanları kontrol edeceğini söyleyebiliriz. Hamas gibi ahlaklı direnişçilerimizin özellikle gündem dışı tutulması gösteriyor ki zulüm cephesi, karşısında kendisi gibi davranan kitleler görmek istiyor. Her türlü ahlaksızlığı meşru görerek yıllardır barbarca katliamların müsebbibi olanlar, ahlaksızca direnen(!) kitlelerin “İslamofobia” algısını güçlendireceğini çok iyi biliyor. Bir taşla birkaç kuş vurmak bu olsa gerek. Bir yandan kendisine benzettiği adına Müslüman denen kitleleri kolayca manipüle ederek anarşistçe tavır alışlara sevk etmek, diğer yandan da Dünyaya İslam’ın korkunç kitleler yetiştiren bir din olduğu algısını yerleştirerek Müslümanların Dünya için bir tehlike oluşturduğu dezenformasyonunu yapmak. Her iki durumda da Dünya’ya, ihtiyaç duyduğu şeyin İslam’da bulunamayacağını göstermiş olmak…

Bu nedenle Müslümanları bekleyen en büyük tehlikenin radikalleşme tehlikesi olduğunu ifade edebiliriz. İslam gibi yegane hakikat kalesinin mensuplarının radikalleşmesi, Avrupa merkezci algının cari kılınmasına yardım etmekten başka bir işe yaramayacak. Müslümanların radikalleşme tuzağına düşmelerinin temel sebebi “hikemi ve irfani” perspektiflerini kaybetmeleri ve İslam’ı modern telakkiler çerçevesinde anlamaya çalışmalarıdır. Aziz İslam modern/post-modern paradigma çerçevesinde değerlendirilemeyecek kadar ulvidir. Geçmişi geri/ilkel, bugünü geçmişten “ileri”, geleceği ise bugünden ‘’ileri’’gören ve bu ‘’ileriliği’’ sadece nicelik olarak değil nitelik olarak da kabul eden  modern anlayışın girdabında ki Müslümanların, devasa bir hikemi/irfani birikimi ellerinin tersiyle iterek yeni şeyler söylemek adına içine düştükleri anlam krizi radikalleşmeyi daha da besliyor. Hassaten genç kuşakların Oryantalizme asistanlık yapan İslami(!) örgütlerin havzasına dahil olmak için yarış içinde olmaları tamda söylemeye çalıştığımız şeyi doğrulamaktadır.

Modern Selefiliğin neden özellikle siyasal anlamda gelenek yoksunu ülke ve beldelerde zuhur ettiği de dikkat çekicidir. Bu yapıları destekleyen Körfez Krallıkları’nın siyasal anlamda oturdukları zeminin ne kadar çürük olduğu 20. yüzyıl tarihi incelendiğinde anlaşılabilir. Halklarıyla barışık olarak değil Batının çıkarlarını halklarından korumak için Körfez Krallıkları halihazırda pamuk ipliğine bağlı bir siyasal yapı özelliği göstermektedirler. Adına Arap Baharı denen süreç bu yapıların ne kadar çürük bir zemin üzerinde olduklarını göstermiştir. Uzun yıllar ceberut idareciler eliyle onursuzluğa mahkum edilen genç kuşaklar şimdi aynı güç odakları tarafından radikalleşmeye icbar edilmektedirler. Son iki yüz yıldır sürekli olarak Batı’dan dayak yiyen Müslümanların içinden çıkan birtakım fırkaların/hiziplerin, Müslümanların ezilmişlik duygusunu istismar ederek ahlaki ve insani bağlardan azade bir şekilde intikam makinesi haline gelmeleri ve bunu da anarşist/nihilist bir tarzda yapıyor olmalar kabul edilebilir değildir. Yıllarca Batı’nın Müslüman halklara uyguladığı ‘’ya benimlesin ya da ölüsün’’ yöntemini kendisi gibi düşünmeyenlere teşmil eden bu yapılar, nihai kertede cellatlarını taklit etmekte ve farkında olmadan ve belki de olarak düşmanının ekmeğine yağ sürmektedir. Radikalleşmenin neden Türkiye ve İran gibi siyasal geleneği güçlü olan ülkelerde zuhur etmediği önemli bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Türkiye’de yaşanan onca sıkıntılara rağmen Müslümanların radikalizmin pençesine düşmemiş olması ve yine İran’da radikal hareketlerin karşılık bulamamış olması köklü bir siyasal gelenekten bağımsız düşünülebilir mi? sorusu cevaplanması gereken mühim bir sorudur.

15. yüzyılda ötekisi Yahudiler ve Müslümanlar olan Batı Hıristiyanlığı, 17. yüzyıl bilim devrimi sürecinde Yahudilerle ittifak yapmak suretiyle ortak düşman olarak belledikleri İslam’ı bertaraf etmeyi yegane hedef olarak belirledi. Nihayetinde Müslümanların son temsilcisi olan Osmanlı’nın yıkılışı bu iki medeniyetin ittifakıyla mümkün olmuştur. Osmanlı, İbn-i Haldun’un tespitinde olduğu gibi tabi süreçlerini yaşayarak yıkılan bir devlet değil, durdurulan bir devletti. Bilim devriminin dahi Müslümanları/Osmanlı’yı durdurma üzerine kurulu bir çalışmanın eseri olduğu hatırlandığında, Osmanlı’nın neden tarih sahnesinden silinmek istendiği ortaya çıkar. Bugün yaşanan buhranların neredeyse tamamının Osmanlı hinterlandında ortaya çıkması tesadüf değildir. Siyasal temsiliyetin ortadan kalkması ve ulus-devlet formunun cari kılınmasıyla gerçekleşen parçalanma neticesinde ortaya çıkan boşluk, Hıristiyan-Yahudi ittifakı ile oldukça güzel değerlendirilmiş ve Müslümanların bir araya gelişlerinin önü tıkanmaya çalışılmıştır/çalışılmaktadır.

Hangtington’un ‘’Medeniyetler Savaşı’’ tezi doğru çıkmıştır. Aslında bu savaşlara medeniyetler değil dinler savaşı demek daha doğru olacaktır. İbrahim(a.s)’in cariye Hacer’den olma çocuğu İsmail’in soyundan gelen Rasul Muhammed(s.a.v)’i bir türlü çekemeyen Sare’nin soyundan gelenler -Yahudiler ve Hıristiyanlar- tıpkı geçmişte Muhammed(s.a.v)’i bertaraf etmek için yaptıklarını, bugün onun ümmetini bertaraf etmek için yapıyorlar. Peygamberlerini öldürenler, peygamberleri için ölenlere karşı ittifak içindeler. Muhammed(s.a.v)’in ardından gittiğini iddia edenlerin bu cephenin oyunlarını bozmak için müteyakkız olmaları gerekmektedir. Vesselam…

Kamil ERGENÇ
kamilergenc@hotmail.com

Diğer Makaleleri