İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İsa ÖZÇELİK

YAŞAMAKTA OLDUĞUMUZ GELECEĞE HAZIR MIYIZ?

Tarihçiler insanlık serüvenini kendi inanç sistemlerine göre farklı zaman dilimlerinde başlatmaktadır. Müslümanların çoğunluğunun ortak görüşü insanlık tarihinin Hz. Âdem ile başladığı yönündedir. Bu kabule göre insan türü ontolojik bir değişime uğramamıştır. Tanrı, evren ve toplum ilişkileri temel kavramlar çerçevesinde inişli çıkışlı bir yol izlese de değişim sadece maddi, teknik gelişmeler ve toplumsal kurumlar gibi tezahür şekillerinde olmuştur.

Materyalist düşünce ise evrim teorisi çerçevesinde canlıların değişim geçirdiğini, insanın bu zincirde akıllı bir türe evirilerek diğerlerinden farklılaştığını iddia etmektedir.

Bu noktada, farklı grupların insanın kökenine ilişkin bakış açısıyla geleceğe dönük ufku ve hedefleri arasında doğrudan bir bağ vardır.

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Adem’in yaratılış tarihine dair bir bilgi bulunmasa da tarih kitapları ve Peygamber Efendimize dayandırılan bazı rivayetlerde ilk insanın 7 bin yıl önce yaşadığı ifade edilmektedir. Bazı Yahudi kaynaklarında ise ilk insanın MÖ 3761 yılında var olduğu kaydedilmektedir.

Modern zamanlarda arkeolojik bulgular, antropolojik araştırmalar, karbon testleri gibi gelişmeler, dindarları insanlık yaşını sembolik yorumlamalarla güncel bilgilere uyarlamaya sevk etmiştir. Hz. Adem’in yaratılışı konusu ise bu kesimi beşer-insan ayrımı gibi yeni okumalar yapmaya ya da şaz görüşleri popüler hale getirmeye zorlamaktadır. Geniş bir kesim ise hala bu konularda sessiz kalmakta ısrarlı gözükmektedir.

Yazının icat edildiği 5000 yıl öncesinden bu yana dünya çok sayıda önemli olaya sahne olmakla birlikte, teknolojik gelişmelerle tetiklenen radikal dönüşümleri moderniteyle başlatmak yanlış olmasa gerektir.

Rönesans ve reformla temelleri atılan, aydınlanma ve sanayi devrimiyle şekillenen modernizm; rasyonalist, pozitivist, ilerlemeci anlayışıyla sanki tarihten kopuşu ifade etmektedir.

Modernizmin evreni bir saat gibi gören mekanik anlayışı, onu erken bir kibre sevk ederek, maddenin sırlarını keşfettiği zannıyla dünya cenneti vaat etmesine yol açmıştır. İnsanlığa iki büyük dünya savaşıyla sembolize edilen cehennemi yaşatmak da bu seküler dine nasip olmuştur.

Bilim dünyasında görelilik, kuantum fiziği gibi yeni gelişmeler ve insanlığın yaşadığı büyük buhranlar, tekçi büyük anlatılar devrine bir tepki ya da onu tekamüle erdiren bir öz eleştiri olarak postmodernizme yol açacaktır.

Hakikatin göreceli olduğunu söyleyip, ideolojilerin köşeli anlatımlarını eleştiren postmodernizmin doğası gereği belirli bir tanımı olmayacaktır.

Ulus devletlerin sorgulanması, modernizmin evrenselciliği yerine çeşitliliğin küreselciliği, internetin çoklu kaotik yapısı, cinsiyetin belirsizliği, sosyoekonomik yapılar, uluslararası ilişkiler ve teknolojik gelişmelerin karmaşık yapısıyla postmodernizmin göreceli, nihilist karakteri uyum içinde gözükmektedir.

Tarih, bir akış içinde seyretmektedir. İslam inancı, sahabe üzerinden toplumsallaştığında çürümüş düzenleri alt üst eden bir dönüşümü gerçekleştirmiş ve tüm dünyayı etkisi altına alarak kısa sürede yaşanan büyük fetihlerle geniş bir coğrafyada cazibe merkezi olmuştur.  Bu eşsiz değişim dalgasının kalıcı olması ve diğer topluluklar tarafından modellenmesi ise kitabi ve kevni ayetleri cemeden bir medeniyet hamlesiyle gerçekleşmiştir.

Müslümanlar bu kuşatıcı perspektifi kaybettiğinde ya da başka bölgelerde baş gösteren hamlelere cevap üretemediğinde tarih, akışını başka mecralarda sürdürecektir.

Peki, birkaç yüzyıldır tarih dışında yaşayan Müslüman topluluklar karşılaştıkları postmodernizm ötesi gelişmeler hakkında ne düşünmektedir?

Müslüman toplumlar modernizmin ürettiği teknik gelişmeler karşısında zaafa uğrasa da onun katı ideolojik dayatmalarına direnç göstermiş, insanlığın içine sürüklendiği büyük krizlere hala kendinde bir çözüm olduğu inancını sürdürmüştür. Türkiye gibi laikliği kendi geçmişinden kesin bir kopma ideolojisi olarak uygulayan Müslüman ülkeler olsa da İslam dünyasında hâkim görüş dini ve kültürel değerlerle moderniteyi uzlaştıran telifçi yaklaşımlardır.

Ancak, Müslümanların, İslam’ın terakkiye mâni olmadığını ispat etmelerinin yolu büyük oranda dinin kültürleşmesine boyun eğmelerinden geçecektir. İslamcılık ise bir yönüyle bu paradoksu besleyen ancak asıl duruş ve hedefleriyle tüm bu dayatmaların dışında, kendine özgün çözümlerinin olduğunu haykıran sesin adıdır.

Postmodernizm ise farklılıklara hayat hakkı tanıyor gözüktüğü için çok sayıda Müslümana daha cazip gelmiştir. Aslında bir söylem olarak nitelenen postmodernizmin dile getirdiği temel savlar ideolojileri olduğu kadar dinleri de hedef almaktadır. Söz konusu karşıtlığın acı sonuçları şu an daha yakından müşahede edilmektedir.

Toplumsal cinsiyet eşitliği tartışmaları, köken-gelecek ilişkisini ele alma ve postmodern kimliksizliği bütün dünyaya dayatmaya örnek olma hususunda önemli bir laboratuvar işlevi görmektedir. Dindar çevrelerin bir kısmı şimdiden köken/fıtrat anlayışlarını fütürist bakış açısına göre revize etmekte bir beis görmemektedir.

Şu an karşı karşıya kaldığımız dijitalizm, transhümanizm, posthümanizm, tekillik süreci bir fütürist ütopya olarak mı değerlendirilmeli?

Bu süreç modernizmin bilimci ilerlemeciliğinin bir devamı mı yoksa postmodern bilinmezciliğinin bir sonucu mu?

Ya da tarihin akışında gözlemlenebilir bir izlek olarak gözlemlenemez bir kırılma noktasıyla mı karşı karşıyayız? Diğer bir ifadeyle bize sunulan paradoksal bir kaotik sentez mi?

Geçmiş ve gelecek arasında kopmaz bir bağ olduğuna işaret etmiştik. Müslümanlar köken noktasındaki suskunluğunu gelecekle ilgili de sürdürmeli mi?

Bu konulara cevap vermek istediklerinde, mehdiyi beklemek, kıyameti yardıma çağırmak ya da sürece boyun eğmek dışında bir çözüm önerileri var mı?

Aslında gelecek dediğimiz şeyleri yaşamaya başlamıştık. Geçmiş ve gelecekten ziyade şimdiye odaklanmamızı öneren söylemi tersine çevirmek de mümkündü. Şimdi diye bir olgu yoktu, yaşadığımız şey geçmiş ya da gelecekten başka bir şey değildi. O zaman anlamamız gereken durum geçmişimiz, odaklanacağımız yön ise geleceğimiz olmalıydı.

Birkaç yüzyıl önce yaşadığımız şehirleri gözümüzde canlandıralım ve aynı mekanları tekrar fotoğraflayalım. Binalardan akıllı makinalara, otomobillerden hava araçlarına kadar nice yeni figür geçmişin insanına büyü gibi gelecekti. Zaten bazılarına göre yeterince gelişmiş bir teknoloji, sihirden farksızdı.

İnsanlık, teknolojik atılımının henüz başındaydı ama ilerleme hızı öncekilerden farklı olacaktı. Geçmişte üretilen tüm bilginin toplamını günümüzde anlık üretebiliyorduk. Artık üstsel büyüme evresinde tarihin en büyük kırılma noktasına yakındık.

İnsan olarak belli bir mekân ve zamanla kayıtlıydık ancak bu konudaki geleneksel algıları alt üst eden gelişmelerin içinden geçmekteydik. Sanal dünya denilen yeni bir mekânsallıkla yüzleşiyorduk. Dünya ölçeğinde mesafeler anlamsızlaşmış, çevrim içi olduğun sürece zaman adeta sıfırlanmış gibiydi.

Lakin bir sorun vardı. Biyolojik yapımız teknolojik gelişmelere ayak uydurmakta zorlanıyordu. Pek yakında ulaşacağımızı düşündüğümüz robotik yapay zekâ teknolojilerine karşı insanlığın ayakta kalması için biyolojik zindanımızı aşmamız gerekiyordu. Böyle bakıldığında trashümanizmden posthümanizme evirilen süreç tabii karşılanmalıydı. Zaten tarihin akışı bu yönde hızla ilerlerken insanlığın elinde farklı seçenekler pek yok sanılıyordu. Mesele zamanlamadan ibaretti. Yaygın bir şekilde tükettiğimiz ilaçların birtakım yan tesirleri olduğu gibi bu gelişmelerin de yan etkileri olacaktı. Bu istenmedik küçük sakıncaları gündeme getiren yapıcı eleştiriler takdire şayandı. Zaten çağdaş demokrasilerde muhalefet denen olgu tam da buna göre konumlandırılmıştı.

İslam dünyası modernizmin şifrelerini daha yeni çözmeye başlamıştı. Tarih sayfalarında düşünürlerimizin tekil birtakım analizlerine ve alternatif bulma çabalarına rastlamış olsak da bu gayretlerin maruz kaldığımız tehdidi bertaraf edebilmesi mümkün değildi. Dünya genelinde örgütlenebilmiş birkaç İslami cemaat yapısı çok önemli işlev görmekle birlikte, iç ve dış kuşatmayı yaracak çıkışı elde edememişti. Devlet organizasyonlarının tamamına yakınının emperyalizmin güdümünde olduğu bilinen bir gerçekti.

Böyle bir dönemde postmodernizmin daha sofistike yapısıyla karşı karşıya kalan Müslümanlar onun mistisizm kokan yapısından kaynaklanmış olsa gerek, daha bir gevşemiş gözüküyordu. Artık tepkisel ama özgün ve samimi arayışlardan daha çok, ötekinin söylemini bizim lügatimize çevrilmiş şekilde, kendi camiamızda dinler olmaya başlamıştık.

İyi niyetli tarihselci okumalar, modernizmin yok edici gücü karşısında İslam’ı var kılma çabasında hareket etme iddiasıyla kendisi tarihsel bir anıya dönüşürken, postmodern kuşatma, daha doğrusu postmodernizmi bir geçiş dönemi olarak görürsek, onun da ötesi olan dijitalizm ve tekillik gibi meydan okumalara tarihselciliği aşan bazı cevaplar aranacaktı. İnsan doğasının değişime uğrayacağı kehaneti karşısında, bazıları vahyin doğasını değiştirerek bu gelişmelere cevap bulabileceğini zannedecekti.

Teknolojik bir din olarak karşımıza çıkan tekillik ve türevleri, bazıları için aslında yeni bir şey ortaya koymuyor olabilir de.

Zaten gök kubbe altında söylenmemiş söz yok derler. İlim bir nokta idi onu cahiller çoğalttı söylemi de bu beyanda dile getirilmiş olsa gerek. Fütüristlerin maddeci söylevlerinin ardında yatan aşkın hedefler bunları doğrular nitelikte. Hatta insanlığın içinde bulunduğu bunalıma çözüm olduklarını ifade ederken vahiysiz bir din inşa ettiklerini dile getirmekteler. Kimi sözcüleri peygamber edası ile hareket edip, içlerinden bazıları misyoner ve hakikat davetçisi rolüne soyunurken kimi de iyilik peşinde koşan derviş pozisyonunda arz-ı endam etmekte. Birçok nihai söylemlerinde antik dönem felsefecileri, Hint mistisizmi ile örtüşmekteler. Panteist düşünceye zaten yakınlar ama aşkın söylemlerle bütünleştiklerinde vahdet-i vücut anlayışının bir temsilcisi izlenimini vermekteler. Bazılarının iddialı kehaneti olan tekillik ise Tevhid inancının çakma versiyonu gibi gözükmekte. Reenkarnasyon ya da cennet, cehennem inancı, bilinç aktarımı, kopyalama, yeniden bedenlenme gibi kavramlarla karşımıza çıkmakta.

Tabiat boşluk kabul etmiyordu. Dünyanın ekolojik dengesini bozan, insanlığa en büyük felaketleri yaşatan, adaletten yoksun uygulamalarıyla felsefi ve ahlaki çöküşü gizlenemeyecek boyutlara ulaşan batı aklı, farklı kılıklarda tekrar sahneye çıkıp, kendi kendinin alternatifi oluyordu.

Dünya halkları daha öncesinde komplo teorileri olarak geçiştirilen Siyonist şebekeleri, yerkürenin kaynaklarını elinde tutan belli sayıdaki karanlık aile yapılanmalarının oluşturduğu küresel çeteleri daha yakından tanımaya başlasa da her an yeni bir manipülasyona maruz kalmaktan kurtulamıyordu.

Çözümleme yapmak, çok katmanlı bir veri hazinesini, bu verileri bilgiye dönüştürecek anlama geleneğini ve maruz kaldığı tehdide karşı özgün bir yorumla meydan okumayı gerektiriyordu.

Bu meydan okuma ise örgütlü bir güce, güven oluşturacak ahlaki tutarlılığa ve umut olabilecek bir vizyona ihtiyaç duyuyordu.

Bu imkanlara sahip miydik?

Değilsek ne yapmalıydık?

İslami hareketler tüm bileşenleri ile bu soru ve sorunlara kafa yormak zorundadır. Her soruya cevap bulamayabilir, belki bazı soru(n)ları kategorik olarak gündem dışı da tutabilir. Ancak kendini konumlandırdığı yer itibarı ile insan, toplum ve evren hakkında vahye dayalı duruşunu içtihadı gelenek doğrultusunda insanlığa sunabilmelidir.

İnsanlığı bekleyen bu zorlu süreç ve karşı karşıya kaldığı/kalacağı varoluşsal tehdit, küçük düşünce kümeleri ya da bölgesel örgütlü güçlerle geçiştirilecek boyutları fazlasıyla aşmış gözükmektedir. Bu durumda; mühendisler, alim/ilahiyatçılar, araştırmacı/akademisyen, aydınlar, felsefeciler, sosyologlar, iletişimciler, hukukçular, tıpçılar, ekonomistler gibi dert sahiplerinin, insan kalmak isteyen tüm erdemli birey ve topluluklarla adalet merkezli geniş bir direniş hattı oluşturması elzemdir.

Yapay zekâ, sibernetik-robotik, sanal gerçeklik, biyoteknoloji, moleküler biyoloji, genetik, nöroteknoloji, nanoteknoloji, transhümanizm, posthümanizm, dijital tekillik gibi konuların tarihi arka planı, felsefi ve politik derinliği, ekonomik dayanakları, sosyolojik tabanı, örgütsel yapısı, medya-sosyal medya, iletişim ağları gibi konularda bahse konu direniş hattının inisiyatifi ele geçirmesi için uygun zeminler oluşturup, uzun soluklu planlamalar yapmak gerekmektedir.

Her ne kadar bazıları hakikatin göreceliliği meselesini dahi tüketip hakikat/gerçek ötesi kavramsallaştırması ile insanlığı daha derin bunalımlara itme çabasına girmek isteseler de hakikatin şahitliğini yapmak isteyenler hala mevcut. Gerçek ötesi/sonrası kavramı, yalan ve aldatmanın sosyopolitik düzlemleriyle ilgileniyor görünse de terkibin işaret ettiği anlam dünyası, yukarıda bahsedilen potansiyel tehditleri içinde fazlası ile barındırıyor.

Gerçek ile sanalın, algı ile hakikatin bu kadar belirsizleştiği, küresel çetelerin bu kaotik durumdan dijital bir diktatörlük/tanrılık devşirmek istediği bir dönemde, insanlıktan yana olduğunu söyleyen çevrelerin, daha somut ve cesur adımlar atması kaçınılmaz gözükmektedir.

Kaynak: insicam.net

Diğer Makaleleri