
İSTANBUL'UN SESSİZLİĞİNE GELEN BAHAR

İnsanlık tarihi için şaşırtıcı olmasa da bizim için pek sıradan olmayan, adeta hepimizi şok eden zamanlardan geçiyoruz. Dünyanın birçok ülkesini kasıp kavuran, esir alan virüs sebebiyle hayatımız bambaşka bir boyut almış vaziyette.
Tatsız ve tuzsuz akışın, kalp yoran, zihin tüketen bir yarışın içindeydik. Durmaya, sakinliğe, sessizliğe vakit yoktu. Koronavirüsle mücadele kapsamında "evde kal" sloganıyla bizler evlerimizde tutulmaya çalışıldık. Böylece dört duvar arası serencamımız başlamış oldu. Bir anda sosyal hayattan koptuk ve evlerimize kapanmak zorunda kaldık. Bitmek tükenmek bilmeyen koşuşturmalarımız bir anda duruldu. Neredeyse dünya durdu.
Dünyanın hemen hemen yarısından fazlasının karantinada yaşadığı Mart Nisan Mayıs ayları boyunca sokağa çıkma yasağı evleri katlanılması zor hapishane şartlarına çevirdi. Evden eve sınırlar ülkeden ülkeye sınırlar kadar kalın oldu. Karartılmış upuzun bir günün içindeydik handiyse. Evlerde şaşkın ve bir nevi şokta idik. Derin bir yalnızlığın içinde endişe ile pencereden sokağa bakar olduk. Bütün dünyada aynı anda vizyona girmiş bir korku filmini izler gibiydik. Evde kalma günlerinin başlaması ile adeta bütün günler birbirinin aynısıydı. Beş vakit namaz da olmasa vakti idrak edebilmekten uzak olacaktık. Yaşadıklarımız gerçek mi hissine kapıldık zaman zaman.
Mesafelerin eridiği, sınırların ortadan kalktığı dünyamızda ilk defa "küresel çapta kitlesel ölümlere" şahitlik ettik. Sürekli birilerinin, bazen tanıdık isimlerin hastalık ya da ölüm haberlerini alır olduk. Akla hayale gelmeyen şeyler kısa sürede acı ve ibretlik gerçeklerimiz oldu.
Yerler ve Gökler Susmuştu
Evde o kadar süre hapis hayatı yaşadıktan sonra ilk izin gününde hava almak için Süleymaniye civarına kadar yürüdüm. Sokak ve caddeler bomboş, meydanlar sessiz, her yer sakin, dükkanlar kapalı. Neredeyse tüm kepenkler inmiş vaziyette. Yerler ve gökler susmuştu adeta. Dünyada kuşların sesinden başka ses kalmamıştı. Bense yürümeyi yeniden öğreniyor gibiydim.
Gidiş ve dönüş yolum üzerindeki ağaçlara, pencere pervazlarında bahara gülümseyen çiçeklere dikkatle baktığımda sanki bizim gündemimizden bihaberlerdi. Her zaman olduğu gibi baharı coşkuyla karşılıyorlardı. İnsanlar evlere çekilince tabiat toparlanmaya, kuşlar şehre geri gelmeye başlamıştı. En ufak bir egzoz dumanı, taşıt gürültüsü yoktu, gök masmavi ve pırıl pırıldı. Koronadan sonra ağaçlarımız sanki ilkbahar rüyası görüyordu. Bahar bu; bütün havayı, suyu, toprağı, tabiatı, gökyüzünü, ağaçları değiştiriyordu.
Zorluğun Ardından Gelen Ferahlık
Belediyenin tam karşısına gelince bir şeyler çekti beni. Şehzadebaşı Camii'nin duvarının bittiği noktadan Saraçhane Parkı'na girdim. Nice zamandan sonra hasret kalınan bir dosta kavuşur gibi oldum. Kafesten bırakılmış kuşlar gibiydim. Yeniden başlamanın şevki, sevinci sarıp sarmalamıştı ruhumu. Bulutların arasından gülümseyen güneşle dostluğumuzu tazeledik. Ağaçların gövdelerini okşadım. Gönlümün iklimi değişti bir anda. Bahar zorluğun ardından gelen bir ferahlıktı. Kuşların neşesi gelmişti. O kadar çok serçe var ki ağaçlarda, bir ötüşme korosu sanki... Her yerden kuş sesleri yükseliyor, içimi ısıtıyordu. Bu meşakkatli dünya yolculuğunda bizi dinlendirecek seslere ve renklere ihtiyacımız vardı. Ruh halime çok iyi geldi, gönlüm şad oldu.
Tadına doyum olmayan bir yoldan ilerliyordum. Hemen solumda duran, herdem yeşil ağaçların en gösterişlilerinden biri olan manolya ve ardından yaşlı sedir ağacıyla selamlaştık. Sedirin tepe tacı yaşından dolayı artık yayvanlaşmış, gençliğinde olduğu gibi bir elif edasıyla gökyüzünde süzülmüyordu. Üst yüzü cilalanmış gibi parlak yeşil, alt yüzü ise pas rengindeki kalın yapraklarıyla manolya, parktaki diğer ağaçlar arasında saltanat kurmuştu adeta. Sedir ise, toprak seviyesinden itibaren el ayasından çıkan parmaklar gibi beş-altı kalın gövde halinde çatallaşarak ilginç bir görünüm arz ediyordu. Her bir gövde bir sütun gibi dimdik göğe yükseliyordu. Dallarındaki boz renkli, minik fıçı şeklindeki kozalakları yukarı doğru bakıyordu. Gören de onlarca kuş dalların üzerine tünemiş, öylece kımıldamadan duruyor zannederdi.
Dalına Kuşlar Konamayacak
Birkaç adım ilerde, önceki sonbaharda bakıra çalan turuncuya dönmüş yapraklarını topladığım Lale ağaçlarından birini göremedim. Ağaçlar bir mi yoksa iki miydi diye şüpheye düştüm, ama bir sonuca varamadım. Böyle göz önündeki bir ağacı kesmek de cesaret ister diye düşünmeden edemedim. Yapılan iş "Ne sihirdir ne keramet, el çabukluğu marifet.." deyimini haklı mı çıkarmıştı yoksa?
Bir an çok düzgün endamı gözümün önüne geldi. Uzun zamandır bu parkın yerlisiydi. Tüm mevsimlerde orada durmuş, parktaki diğer ağaçlarla birlikte bir yeri olmuş, yazı ve kışı, fırtınayı ve sessizliği onlarla birlikte yaşamış bu güzelim ağacın yeri bomboştu şimdi. Halbuki bir iki hafta sonra o açık sarı rengi üzerindeki turuncu lekeleriyle insanı kendine hayran bırakan çiçekleri açmaya başlayacak, uzun dallarını mavi göğe doğru uzatacaktı. Maalesef bir daha dalına kuşlar konamayacak, uzaktan kedi kafasını andıran yapraklarıyla altından gelip geçenlere el sallayamayacaktı. Belki de çoktan odun yapılmıştı bile.
Burmalı Mescid
Saraçhane Parkı'nın içinde, Şehzade Camii’nin kuzey avlu duvarı önünde, şirin bir mescid vardı. Alanın sık ağaçlarla kaplı olması, mescidin görünümünü bir parça engelliyordu. Son derece yüksek sanat değerini haiz bu mescid, İstanbul’un tek burmalı minaresine sahiptir. Burmalı Mescid adı da minaresinin yivli şeklinden gelmektedir. Mescidin en önemli özelliği, tuğladan yapılmış olan yuvarlak gövdeli minaresinin dış yüzünün, helezonik şekilde kıvrılan burmalı çubuklar halinde şerefeye kadar örülmüş olmasıdır. Mescid, komşusu Şehzade Camii’nin muhteşem mimarisi tarafından gölgelenmekteyse de güzel ve ahenkli nisbetleri, değişik biçimli minaresiyle küçük mescid mimarisinin zarif bir örneğiydi.
İlk Renkli Fotoğrafım Erguvanlıydı
Parkta, bu sevimli mescidi gören birkaç erguvan ağacı vardı. Ağaçlarla, yeşil dokuyla ahenk kurmuş taş ve tuğla mimari ne kadar uyumluydu. Hayat veren rengiyle baharın geldiğini hatırlatan bu ağaçlar İstanbul'a ilk geldiğimde de dikkatimi çekmişti. 1980 yılının bahar ayında dört arkadaş fotoğraf çektirmek için Şehzadebaşı Parkı'na gelmiştik. Erguvan ağaçlarının çiçeklenme zamanıymış demek ki; dalları, hatta gövdesi kızıla çalan pembe çiçeklerle bezenmişti. Kalp şeklindeki yuvarlak yaprakları ise henüz çıkmamıştı. Yemyeşil parkın içinde albenili rengi ve bol çiçekleriyle beni büyülemişti. İlk renkli fotoğrafım erguvanlıydı. Arkamızda kırmızı tuğlalı, yivli minare ve erguvan ağaçları, renkli benekler halinde güzel bir fon oluşturmuştu. O günden beri İstanbul ve ağaç deyince erguvanlar canlanır gözümde.. İstanbul'un simgesi bu ağaç, yine ilk gördüğüm kırk yıl öncesindeki gibi baştan ayağa pür çiçek halindeydi. O gün birlikte fotoğraf karesine girdiğimiz Mustafa Kara, Mehmet Özbilen ve Ünal Burkucu bir an mescidin yanından çıkacak, koşup boynuma sarılacakmış hayali canlandı zihnimde. Gözlerim buğulandı.
Güngörmüş Çınarlar
Mescide yaklaşırken kendimi dev ağaçların gölgesinde buldum. Birkaç ulu çınar sükûnetin ve asaletin simgesi olarak göğe yükselmekteydi. Diğer ağaçlara tepeden bakar bir halleri vardı. Eski köşk bahçelerini tek başına bekleyen güngörmüş çınarlar gibiydiler. Bu dev ağaçlar geniş yaprak yelpazelerini büyükçe açarak, insanları altlarında huzurla oturmaya davet ediyordu adeta. Oturduğum banktan yukarı baktığımda gökyüzü, o yaprak yelpazelerinin arasından durmadan oynaşan, yer değiştiren mavi benekler halinde görünüyordu.
Bir de bu şirin mescidin minaresine çok yakın bir ıhlamur vardı ki buranın asaletine ve ruhuna ne de güzel yakışıyordu. Göğe yükselen gövdesi yakınındaki çınarlara meydan okur cesametteydi. Minarenin beyaz küfeki taşından yapılan şerefesini geçmiş, neredeyse alemine yaklaşmış; koyu, dev gölgesi ise mescidin üzerine düşüyor... Ihlamur ağacı, güneşi bakır oklu minareden daha evvel görebilmek için her mevsim biraz daha yükselmeye çabalıyordu. Diğer ağaçların arasında başını göklere doğru uzatmış, rüzgârın hafif esintisiyle tatlı tatlı salınıyordu. Yaz sıcağının ortalığı kavurduğu bir vakitte, namaz öncesi serin gölgesine oturup şöyle derin bir nefes alarak serinlemeyi kim istemez ki?
Dallarda Yüzlerce Kandil
Parkın, Bozdoğan Kemerine bakan tarafında ise büyük bir laleye benzeyen, içi beyaz, dışı pempe, çan şeklindeki çiçekleriyle birkaç manolya ağacı arzı endam ediyordu. Silme bahar çiçekleriyle donanmış bu ağaçlar, eşsiz dekoru tamamlayan az ötedeki tarihi kemerlerle birlikte bir masal görüntüsü veriyorlardı. Bunlar; hoş kokulu, büyük, ipek beyazı çiçekleri olan, herdem yeşil manolyadan farklıydı. Kendi türünün diğer örnekleri gibi bu ağaçlar da yapraklanmadan önce çiçek açmıştı. Nisan ayında ağacın üzerinde yoğun bir şekilde açan çiçekler, dallara iliştirilmiş yüzlerce kandil gibi duruyordu. Ne yazık ki bu harika görüntü çok uzun sürmeyecek, yapraklanmanın başlamasıyla sona erecekti.
Hemen arkasında ise tek bir sığla ağacı onlara arkadaşlık ediyordu. Ülkemizde yaşayan en değerli ağaç türlerinden birini burada görmek beni sevindirmişti. Milyonlarca yıl öncesinde yeryüzünün en yaygın ağaçlarından bir tanesi olan sığla, iklim şartlarının değişmesiyle birlikte artık yaşamını zorlukla sürdürmekte. İlk bakışta sığla ağaçları çınara çok benzese de uzun sapları ve küçük yapraklarıyla çınardan kolayca ayırt edilebilirler. Ayrıca yaprakların kenarları dişli ve uçları sivridir. Bir de sonbaharda çınar yaprakları açık kahverengiye dönerken sığla yaprakları parlak ayva sarısı olur... Yağı ise kozmetik ve parfümeri dışında, yara iyileştirici ve antiseptik özelliğinden dolayı binlerce yıldan beri halk hekimliğinde kullanılmaktadır.
Dalda Asılı Kalmış Meyveler
Bu yalnız sığla da yapraklarını parlatmaya koyulmuştu. Parlak yeşil yaprakları sonbaharda sararacak, belki de turuncu ve kırmızı renge dönerek dökülecekti. Dallarında bir kısım meyveleri geçen yıldan asılı kalmış, birçoğu da çimenlerin üzerine düşmüş vaziyetteydi. İki santim çapında küre biçiminde, batmayan dikenlerle kaplı, açık kahverengiye dönmüş bu meyveler, son derece estetik ve dekoratif olmalarının yanında doğal numunelerdi. Uzun saplarından tutarak gösterişlilerinden birkaçını topladım.
Kuş sesleri ve çiçek kokuları yaratılışın en güzel tecellilerindendir. Etrafta taze çimen kokuları, renk renk çiçekler arasında uçuşan serazat kelebekler... Bahar çiçeklerinin arasına çömeldim. Çiçekler arasında onlarca uğur böceği öbek öbek duruyor; birçoğunun kanatları az sonra havalanacak gibi hareketli.
Göz Kamaştıran Yapraklar
Gün boyu cıvıl cıvıl kuş sesleri arasında parkı kolaçan etmeye devam ettim. Parkta mevsimlere göre renk değiştirmesiyle bilinen cennet bambusu da denilen nandinalar gözüme çarptı. Parlak kırmızı meyvesi, her mevsim başka renge bürünen yaprakları ve beyaz çiçek topları ile tüm yıl boyunca dikkatleri üzerine çeken bu çalımsı bitki, uzun süreli bir renk cümbüşü oluşturur. Kışın yaprak dökmeyen cennet bambusunun genç yaprakları pembe ve kırmızıdır, olgunlaştıkça yeşilin tüm tonlarına döner. Göz kamaştıran yaprakları sebebiyle park ve bahçe peyzajında çokça tercih edilirler.
Rüzgâr değmiş, biraz da yağmur vurmuş olmalı ki ilk bakışta yana yıkılmış sandım. Yakından bakınca ince, narin dallarından bazılarının koparılıp tarhların içine atılmış olduğunu gördüm. Orada kalıp çürümesine razı olamazdım. Kıyamadım, yerden topladım. Onları yayınevine itinayla getirecektim. Sonra bazıları boş bir bardağa konulacak, yeşil ve kızıl yapraklarıyla masama canlılık vereceklerdi. Bazıları da renkleriyle uyumlu bir zemin üzerine itinayla yerleştirilip daha gösterişli hale getirilecek ve şık bir çerçeve içinde duvarda tablo olacaktı.
Hangi Kuşun Nasibi
Oradan Fatih Anıt Park'a geçtim. Parkın tam köşesinde koyu yeşil, parlak yapraklarıyla Akdeniz defnesi merhaba deyip karşıladı beni. Dört mevsim yeşil kalan defne, harika bir süs ağacıydı. Sık dallı bu ağacın kısa saplı, deri gibi sert yaprakları keskin, aromatik kokuludur. Yapraklarının koltuğunda demetler halinde toplanmış olan uçuk sarı renkli, kokulu çiçekleri o kadar coşmuş ki neredeyse yeşil yapraklarına galebe çalacak gibiydi. Bu çiçekler olgunlaşınca rengi siyaha yakın koyu mor, etli meyvelere dönüşecek ve kim bilir hangi kuşun nasibi olacaktı?
Alt dallarından bir yaprağı koparıp avucumda ufaladım. Kendine has rayihası yayıldı birden. Çocukluğumdan hafızamda kalan o sıradışı ceviz yaprağı kokusuydu adeta. İnanılmaz bir ferahlık ve rahatlama hissi duydum. Bir anlık his yıllar öncesine alıp götürdü beni, tozlanmış hatıra sayfaları açıldı bir bir... Muhayyilemde canlanan ve benim masalımı zenginleştiren bu efsunlu hatıralardı. O şahane hisleri tekrar yaşadım. Nasıl anlatsam; acımsı, keskin, yeşilimsi bir baharat... Bilmediğimiz bir bitkiydi sanki kokan; ne tütün yaprağı, ne kekik, ne de karanfil. Tabiat ve toprakla haşır neşir olanlar aşinadır, ceviz yaprakları güz yağmurlarını yiyince bir başka kokar. Ayaklarınız Eylül sarısına karışan yapraklara basmayınca o kokuyu zaten duyamazsınız. Öyle ya, hissetmek için tecrübe etmek gerek bazı şeyleri.
Parkın bulvara bakan tarafına bir sıra genç at kestaneleri dikilmişti. Bunlar kırmızı çiçekli at kestaneleriydi. Parkın düzenlendiği yıllarda boylu fidan olarak dikilmiş olmalılar ki şimdi görkemli bir ağaç olmuşlar. Donuk kırmızı çiçek kurulları yukarı doğru bakıyor, uzaktan yeşil yapraklar üzerinde bir şamdan gibi görünüyordu. Parkın farklı noktalarında ise devasa, beyaz çiçekli at kestaneleri arzı endam ediyordu. Heybetli at kestaneleri, salkım salkım açan gösterişli çiçekleriyle erguvanla aynı mevsimde parkları güzelleştiriyordu.
Dumansız Yangın
Biraz ötede büyük bir topu andırırcasına budanmış, bir adam boyunu geçkin alev ağaçları, hazır oldaki askerler gibi bir sıra halinde dizilmişlerdi. Bodur bir yapıya sahip bu ağaççıkların biçimleri düzenli budamayla korunmuştu. Bitkiye adını veren alev kırmızısı genç sürgünler ve onların altında kalan parlak yeşil renginde yapraklar… Neredeyse kırmızıya dönen herdem yeşil yaprakları ve uzun süre üzerinde kalan parlak kırmızı renkli meyveleri ile çok güzel görünüyordu. Dumansız bir yangın vardı sanki. Bu haliyle adeta bir alev topunu andırıyor, farklı renkteki yapraklarıyla görsel bir şölen sunuyordu. Yakından bakınca yapraklarının düzenli ve keskin dişleri fark ediliyordu. Kitap ayracı olarak kullanmak için onun da altına düşen yapraklarından seçerek topladım.
Anıt ve cadde arasında ise bir insan boyunda, dalları ters aşı yapılarak aşağı sarkıtılmış, yan yana üç kiraz ağacı bana göz kırptı. Bu üç süs kirazı kafa kafaya vermiş, en güzel elbiselerini giymiş, gelenden geçenden bir bakış, bir fark ediş bekliyorlardı. Yaklaşıp yakından baktım, kümeler halinde bembeyaz çiçekler açmıştı. Bir bal arısı çiçeklerin hiçbirini es geçmeden ziyaret etme çabasında; vızıldayarak birinden diğerine konuyordu. Bir müddet takip ettim. Arının son derece hareketli olması fotoğraflarken beni bir hayli uğraştırdı. Arı ve çiçek, birbirini ne de güzel tamamlıyor...
İçimize Çektiğimiz Gökyüzü
Toprağın kokusu, tomurcuğun patlaması, güneşin yüzünü göstermesi ile bahar; bir canlılık bir yeniden doğuş müjdesidir. Kardan, kıştan, yokluktan, kıtlıktan, hastalıktan kurtulup selamete kavuşmaktır. Tabiat dirilişe çağırıyor bizi. Yeniden doğuşun yolunu gösteriyor. İçimize çektiğimiz gökyüzü ciğerlerimizle birlikte ruhumuzu da temizliyor. Onca dehşetli havadisin arasından "Bu da geçer ya hu.." diyerek "Bahara çıktık!"
Ay ve güneş yerinde... Rüzgar esiyor, yağmur yağıyor, kuşlar ötüşüyor, tomurcuklar patlıyor; arılar, kelebekler çiçeklere bir konup bir kalkıyor. Sadece ağaçların dallarına can gelmemiş, yeryüzüne hayat gelmiş. Yaşadığımız bu kasvetli günlerden sonra ağaçlar yeşermeyecek; tomurcuklar, çiçekler hiç açmayacak diye endişelendim bir an. Fakat bütün tabiat canlanmış; tomurcuklar rüya rüya büyümüş, toprak kokulu bir bahar sabahında etrafa gülücükler saçmaya başlamıştı.
Ne hoştur fasl-ı bahar, uyanır uyumakta olan ne varsa. Dağda kurt, toprakta yılan, damarda kan... Kış boyunca sessiz duran tabiat birden coşar. Aylardır kendini esirgeyen güneş bulutları aralayıp yeryüzüne gülümser. Silkinir taze bahar bütün ihtişamı ve coşkusuyla. Bir sihirbaz değneğiyle yeryüzüne dokunuvermiş gibi çiçek fışkırır topraktan. Toprak görünmez olur bu göz kamaştıran alacalı parıltıdan. Göz alabildiğine uzanan yaylalarda kara gözlü kırmızı gelinciklerle sarı saçlı beyaz papatyaların renk cümbüşü başlar. Su yürür ağaçlara, tomurcuklar patlar, dallar meyveye, toprak tohuma durur. Tabiat yeniden canlanır, hayat yeniden neşvünema bulur. Tam bitti dediğin yerden umutlar filiz verir.
Umudu yaratan Allah'a hamd olsun!
Cemal Balıbey