İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Cemal BALIBEY

Tekkenin Metal Tabakları

Vakit, seksenli yıllar... 12 Eylül darbesi olmuş, olaylar bıçak gibi kesilmişti. Yeni fakat muğlak bir maceranın ilk aşamalarına merhaba demiştik. Hayata müdahale edilmiş, ülke kocaman bir karakola dönmüştü. Darbeden dili ve yüreği yanmayan yok gibiydi. Birkaç ay öncesine kadar kanla kirlenen sokaklarda artık sadece postal sesleri yankılanıyordu. Çok şükür, saklanacak silâhlarımız yoktu, yine de tedirgindik. Şimdi resmin tamamını daha net görmüştük.

Darbe olalı henüz bir iki ay bile olmamıştı. Orman Fakültesinde ilk senemizdi. O zamanlar, birinci sınıfı aldığımız dersler sebebiyle Vezneciler’de, Fen Fakültesinde okuyorduk. Çoğumuz Anadolu’dan gelmiştik. İmam Hatip'in son yıllarında ve İstanbul'a gelmeden önceki bir yıllık üniversite hayatımda dernek faaliyetleriyle, mütefekkir yazarlarla ve dava dediğimiz mefhumla tanışmıştım. O yıllarda bütün İslamcı gençler gibi ben de MTTB, Akıncılar gibi derneklerin fikir ve düşünce pınarlarından beslenmiş ve bu ruhla yetişmiştim.

Gündelik siyasetten haberdar olmayı öncelediğim duyarlılığım, beni hayatın tam ortasına çekmişti. Dağları oynatacak heyecanım ve büyük bir hayalim vardı: Fakülteyi bitirene kadar öğrencilerin çoğuyla güçlü bir bağ kurup kutlu bir seferin besmelesini çekmek... Kimseyle çatışmadan kendi söylemlerimizi inşa etmeliydik. Her gün, her an bunu nasıl gerçekleştirebileceğimi, kaç kişiye ulaşabileceğimi düşünüyordum. Fakülteye başlayınca, hele de büyük bir metropole düşünce insan, ünsiyet kuracağı birilerini arıyor, dostlara ihtiyaç duyuyor. İlk yıl boyunca kafa dengi arkadaş bulmak için çok uğraştım. Yıl içinde tanıştığımız, aklen, kalben yakın hissettiğimiz arkadaşlarla Vefa yurdundaki medrese odalarının birinde ilk toplantımızı yaptık. Yeni Devir gazetesindeki bir köşe yazısından ilham alarak yaptığım konuşma toplantının ana ekseni olmuştu. Altı ya da yedi kişiydik, medresenin küçük bir odasına sığacak kadar yekpareydik. Ortak bir dil tutturmuş, birbirimizden müthiş beslenmiştik. Birbirimize ısınmıştık iyiden iyiye.. O gün bugündür kendilerinden asla vazgeçemeyeceğim kadim dostlarım, yol arkadaşlarım oldular.

Yıl sonuna kadar bu buluşmaları zaman zaman sürdürdük. Binbir emek, dua ve sabırla yoğuracağımız büyük sorumluluklara ilk adımımızı atıyorduk. Her şeyin ilkini yaşıyorduk. Sene başından itibaren bir kardeşlik ortamı oluşturmaya çalışmıştık. Tatile gireceğimiz vakit geldiğinde kardeşliğimiz maya tutmuş, fakültenin dışına da taşmıştı. Her birimiz farklı ev ya da yurtta başımızı sokacak bir yer bulmuş, barınıyorduk ama ikinci yıldan itibaren fakülteye Bahçeköy’de devam edecektik. Bu sebeple Orman Fakültesine ulaşımı kolay ve birlikte kalacağımız bir ev tutmaya karar verdik.

Dönem başlamadan evi ayarlamalıydık. Yaz tatilinde memlekete gitmeyip elzem olan bu işi halletmeliydik. Nitekim İstinye tersanesinde çalışan Resul abi vesilesiyle bağlantıları kurmuş, İstanbul’un mutena ilçelerinden Sarıyer’de, zemin kat da olsa bir ev tutmuştuk. Evimiz, sabah ve yatsı namazlarını cemaatle kılacağımız Sarıyer Merkez Camii’ne çok yakındı. Burası, 12 Eylül öncesinde Kız Kur’an Kursu olarak kullanılıyormuş. Aynı fakültede okuyan tam dokuz kişi bu evde kalacaktık. Bizler Anadolu’nun farklı mecralarından akıp gelerek bir gölde buluşan nehirler gibiydik. Evi tutmuştuk tutmasına da hepsi hepsi bir valiz şahsi eşyamız dışında hiçbir şeyimiz yoktu. Ev tabiri caizse tamtakır kuru bakırdı. Pencerelerinde perdeleri olmayan büyük bir salonun ortasında dokuz gençtik. Evin etrafını fır dönen balkondaki pencerelerin camları iyi ki boyalıydı da dışarıdan görünmemizi engelliyordu.

Allah kerimdi. Evin içine girmiştik ya, ne gam… Bir nal tamamdı, geriye kalan bir atla üç naldı. İki elin parmakları kadardık ama dünyayı değiştirebileceğimize olan inancımız tamdı.

Seksen öncesi İstinye tersanesinin hemen karşısında, bizden önceki arkadaşların kaldığı ahşap bir köşk varmış. Köşk dediysem de rüzgârın pencere aralarından girip diğer taraftan çıktığı, rükû halinden secdeye varmaya ramak kalmış bahçeli, müstakil, eski bir bina… Ne yazık ki, evi askeri darbe kapatmadan arkadaşlarımız kapatmış. Ocağı söndürmüş, kapıyı çekmişler. Kim bilir kimlerin katkılarıyla ve ne zorluklarla temin edilen eşyalar, Bahçeköy’de bir arkadaşın kaldığı evin boş bir odasına istif edilmiş. İhtiyacımız olan ranza, sünger yatak, battaniye ve perdeler yeniden besmele çeken bizleri bekliyordu. Yatacak yatağımız olmuştu. Fazla olan sünger yatakları ve perdeleri kesip biçerek salonda oturacağımız minderler haline getirmiştik. Bir müddet terzi yanında bulunup, biraz iğne iplik tutmayı öğrenmiş olan Yüksel kardeşimizin becerisi çok işimize yaramıştı. Onun bu maharetini övgüyle anmadan geçemem.

Bir evin mutfağı için elzem olan tencere, tava, tabak, çatal, kaşık, bıçak, hele de üzerinde yemek pişirecek ocak gibi birçok şeyden de mahrumduk. Hiç eşyası olmayan öğrenci evimizin, mutfağı da bomboştu. Kolay değil, bir ev kuruyorduk. Bu kadar zahmete ne gerek var, ver parasını al, diyecek durumda hiç değildik. Fukara taifesiydik besbelli.

İstanbul’a adım attığımda ilk tanıştığım kişiler arasında Yunus Torpil Abi vardı. Her sıkıştığımızda çare üreten, bize soluk aldıran abimizdi o. İhtiyacımız olan mutfak eşyası konusunda yine Yunus abi imdadımıza yetişti. Sultanahmet’te, Ayasofya’nın dibinde bulunan Akıncılar Derneği'nin yerini tarif ederek oradan ihtiyacımız kadar mutfak eşyası alabileceğimizi söyledi.

Üniversiteli arkadaşlar, yazın kampta kullandıkları bütün çadır ve malzemeleri kamp dönüşünde derneğe bırakmışlar. Tam da o gece 12 Eylül askeri darbesi olmuş. Meşum darbe hemen herkese bir ayar vermiş; anayasa askıya alınmış, siyasi partiler lağvedilmiş, dernekler kapatılmıştı. Bütün dernekler gibi buranın da kapısı mühürlenmiş... Yunus abi dernek mühürlendiği için binanın yan tarafındaki pencereden içeri girmemizi sıkı sıkı tembihledi.

Tarif edilen adresi bulduk. Aslında eski bir tekke olan bina, sonradan vakıflardan Akıncılar derneği için kiralanmış. İki katlı, ön cephesinde dar fakat uzun pencereleri ve çift kanatlı, büyükçe ahşap bir kapısı olan tarihi, taş binaydı. Birinci katın pencerelerlnin altındaki duvara devasa harflerle yazılan "Müslüman Türkiye" ve hemen altında da "Tek Yol İslam" sloganları henüz üzeri boya ile kapatılmamış, hâlâ duruyordu. Etrafı kolaçan ettik. Binanın yan tarafındaki, tekkeye bitişik olan küçük, metruk bahçenin duvarından atlayarak içeri girebileceğimiz pencereyi bulduk. Bu küçük bir pencereydi, ben rahat girerdim girmesine, ancak ev arkadaşım Musa benden yapılıydı. O iri cüssesiyle nasıl girecekti? Bu kadar hedefe yaklaşmışken bırakıp geri dönmek olmazdı ya. Ne olursa olsun denemeye değerdi. Ben ve Musa camları kırık pencereden biraz zorlansak da sırayla girdik. İçerisi, afet sonrası terkedilmiş bir mekânı andırıyordu; binaya girdiğimizde sessizce hareket eden iki hırsız gibiydik. Kapı mühürlenip içeri girmek yasak olsa da nihayetinde mekân ve içindekiler bizimdi. Kendi mekânımıza adım atıyormuş düşüncesi bizi rahatlattı. Bir kapıdan geçince büyük bir salonun ortasında bulduk kendimizi. Bir mescidi andırıyordu, hatta mihrabı da vardı. Şaşkın ama bir o kadar da sevinçliydik. O anda, Ali Baba ve Kırk Haramilerin mağarasını keşfetmiş gibi hissettik. Ortaya ganimetler yığılmış da biz, payımıza düşeni almaya hazır Ali Babaydık sanki…

Dernek mühürleneli bir yıl kadar olduğundan her şey tozlanmıştı ve ortada örümcekler geziyordu. Biz daha pencereden girerken nasiplenmiştik her ikisinden de. Saçımıza başımıza örümcek ağları bulaşmıştı. Üstelik yazın sıcak günleriydi ve ter yüzümüzden aşağı lekeler halinde sızıyordu. Yerde çadırlar, hasırlar, kamp ateşinde dışı isten simsiyah olmuş küçüklü büyüklü tencereler, metal tabak ve bardaklar, çatal, bıçak; mutfak malzemesi namına ne ararsak hepsi vardı. Hatta ağzı açık bırakılmış çuvallarda denize girmek için çarşaf kumaşından yapılmış uzun şortlar vardı. Hazine bulmuş gibiydik, çok sevinmiş ve gözlerimiz ışıldamıştı. İstemediğimiz kadar eşyanın içindeydik, ancak biz iki kişiydik yalnızca. Eşyada kaliteyi yakalama, estetik, uyum gibi derdimiz yoktu. Metal tabak ve bardaklara zaten yatılıdan alışkındık. Bir an kapış etmek bile geldi içimizden. Oracıkta bulduğumuz tozlu çuvalları büyük bir şevkle doldurduk. İstiap haddini aşmıştık galiba. Çuvalları doldururken nasıl taşıyacağımız pek aklımıza gelmedi. Girerken biraz zorlandığımız pencere çıkarken daha küçük gelmişti. Çuvaldaki kap kacak bizim için bir hazineden farksızdı, asla vazgeçemezdik. Öyle yaptık böyle yaptık, onları da pencereden çıkardık. Çuvallar gibi, üstümüz başımız da toz olmuştu. Ne kadar silkelensek de temizlenmek mümkün değildi. Bu yaz sıcağında sırtımda siyah bir meşin ceket, istikamet, Eminönü otobüs durakları...

Tepemizdeki güneş, güneş olmaktan çıkmış, ateş topuna dönüşmüştü. Başımızdan aşağı yağıyordu. Daha Gülhane parkına doğru yokuştan inerken çuvallar ağırlaşmaya başladı. Çuvalları evimize ancak otobüsle götürebilirdik. Sarıyer’e kadar vasıta tutacak paramız yoktu. Ne yapıp edip kendimizi Eminönü’nden Sarıyer’e kalkan 25 numaralı körüklüye atmalıydık.

Kavurucu bir sıcak var, yaprak kımıldamıyor. Havada nem iyice artmış, nefes alamaz olmuşuz. Güneşin altında pişen asfalt ayakkabılarımıza sakız gibi yapışıyor. Oflaya puflaya kuyruğun sonuna girdik. Ellerimizde çuvallar, yüzümüz nar gibi kızarmış, gömleğimiz terden vücudumuza yapışmış vaziyette. Tek endişemiz, otobüse binerken şoförün, biz hırpani kılıklı gençleri içeri almaması. Üstelik hafta sonu kalabalığı, bütün İstanbul Sarıyer’e gidiyor sanki. Kuyruktakiler otobüse binmiş, biz de kapısına dayanmıştık. Bu kadar uzun yolu öğrenci haliyle başka türlü gidemezdik. Ayıplayacak bakışlara karşı kalın bir zırh kuşanmıştık. Bir yandan da içimizden ezberimizdeki bütün duaları okuyorduk. İşte asık suratlı şoförle karşı karşıyaydık. Yüreğimiz pır pır ediyor, sanırsınız uçmaya hazırlanan yavru kuş gibiyiz. Son bir cesaretle şoförün yanındaki kumbaraya biletleri attık. Şoför ters ters baksa da şansımız yaver gitmiş, bize engel olmamıştı. Kapağı otobüse atmıştık şükür.

Otobüs tıklım tıklım dolu, üstelik fırın gibi, her tarafımız yapış yapış. Bizse terli bir vaziyette ve ağır yüklerle yolcuların arasında kalmak istemiyor ve körüklünün arkasına doğru ilerlemeye çalışıyorduk. Arkaya doğru yürürken bize hızla yol açılıyordu. Yorgunluğun son kertesine gelmiştik. Kısa zamanda körüklünün en arkasına geçip kendimizi ve hazine değerindeki çuvallarımızı sağlama aldık. Onları son bir gayretle yere bıraktık. Havlu atmış boksör gibiydik. Derin bir nefes aldık, biraz rahatladık ve kendimize geldik. Körüklünün ön kapısından binip, ayaktaki yolculara rağmen en arkasına ulaşmamız tahminimizden çok kolay olmuştu. Bir ara çuvallara gözlerimiz kaydı. Çatalların yer yer başlarını çuvaldan dışarı uzatmış olduğuna hayretle şahit olduk. Yolcuların bize yol açmalarının nedenini, baştan onların nezaketine vermiştik. Bunun nezaketen değil, bacaklarına batan çatallara verdikleri ani refleksten olduğunu biraz geç de olsa anlamıştık. Yanlarından geçerken ne bir ters bakış görmüş ne de bir laf işitmiştik oysa. Çok çabuk ilerlediğimizden yolcular da ilk anda ne olduğunu anlayamamıştı. Çatallardan sıyrık almayanlar ise gülümsüyordu bize. Kendimizi çuvallarla otobüse attık ya, gerisi teferruattı. Hareket eden otobüsün içinde olmak ne güzeldi!

Bütün boğaz sahilini kat edecek bir yolculuk başlıyordu. Bir tarafta deniz, diğer tarafta yalılar... Başlangıçta trafik tek şeritten, biraz git dur, biraz git tekrar dur şeklinde; mehter takımı yürüyüşüyle ilerliyordu. Uzaktan gören kaplumbağa asfalta çıkmış derdi. Herkesin canı burnuna gelmişti. Trafiğin bu durumu çok ilgilendirmiyordu bizi. Nasıl olsa mutfağımızın kap kacak meselesini ziyadesiyle çözmüştük.

Etrafa bakınırken içimizde kalıbına sığmayan bin bir hikayeyle, nice umutlar yeşeriyordu. Bu ev, her akşam döndüğümüz masum bir sığınağımız olacaktı. Sakinleri olarak hep birlikte, neşeyle sofra başına oturacaktık. Yemeğe, çekilen besmeleyle başlayıp hamdüsena ile bitirecektik. Birlikte çayları yudumlayıp en çetrefilli derslerin üstesinden gelecektik. Bu evde kardeşliğimizi ahiret kardeşliğine dönüştürmenin yollarını arayacaktık. En mühimi de; bir iyilik başlatacaktık, nerede duracağı bilinmeyen!..

Sarıyer’e yaklaştığımızda trafik rahatlamıştı. Yolu boş bulan körüklünün virajları hızla dönerken yolcuları bir sağa bir sola savurması ise bu ilginç yolculuğun parçasıydı. Şoförümüz başlangıçtaki açığı bu son etapta kapatmaya çalışıyor gibiydi. Körüklü otobüslerin en neşeli taraflarından biri de en arkasıdır. Şoför hızla tümseğe girdiğinde içiniz şöyle bir hoş oluverir. Kafalar tavana değer neredeyse. Biz körüklünün o en neşeli tarafından yeterince nasipleniyorduk. Ayakta dengeyi kaybetmeden sağ salim yolculuk yapmak maharet istiyordu. Orta kısmındaki yuvarlakta yolcular ise her virajda ayakta kalmak için cambazlık yapmak zorundaydı. Unutulmaz bir yolculuktu, sona erdi.

Tedirgin bindiğimiz otobüsten Sarıyer’de neşeyle inmiştik. Tuhaf bir taşıma biçimiydi bizimkisi. Yorulsak da koşuyu tamamlamıştık. Mutfak eşyasını büyük ölçüde halletmiştik. Bu sayede bizden sonraki arkadaşlarımızın da kullanacağı evladiyelik mutfak malzemelerimiz olmuştu. Eh, çekilmeye değer bir meşakkatti. Çuvalların tozuna aldırmadan onları salonun ortasına öylece bıraktık. Bu sahneyi ev halkı kaçırmamış, onlar da salonda yerlerini almıştı. Çehremize yayılan tebessüm için ise ayrı bir bahis açılsa yeriydi. Bizim bu garip halimizi gören arkadaşlarımız biraz da merak etmişlerdi. Biz de onlara, kapı varken pencereden girmek zorunda kaldığımız tekkeyi, tozlu çuvallara doldurduğumuz ganimetleri ve kavurucu sıcakta körüklüye gelene kadar olan zorlu yolculuğumuzu anlattık. Ev halkı gevrek gevrek gülmeye başladı. Sıra çuvaldan fırlamış çatal uçlarına geldiğinde ise istisnasız her biri, kendilerini daha fazla tutamadı salonun ortasında müthiş bir kahkaha tufanı koptu.

Bu evimiz yaklaşık on yıl kadar açık kaldı. Onlarca arkadaşımız geldi geçti. İlk defa yemek yapmayı bu evde öğrendi birçok arkadaşımız. Sarsılmaz dostlukların temeli burada atıldı. O fakir mesken, ömrümüzün sonraki evrelerinde sağlam dayanışmalara kapı aralayan birlikteliklerin başladığı ilk öğrenci evimizdi. Hayatımıza bereket getirdi. Bu evde kalıp, meslek hayatında önemli noktalara gelen birçok arkadaşımız olmuştur. Hepsi öğrenciliğinde bu fakirhanede, bazen usta bir aşçının yaptığı lezzette, bazen acemice yapılan ve o metal tabaklarda sunulan yemekleri iştahla kaşıklamışlardı. Meslek hayatlarında iyi yerlerde tutunmalarının sırrı da tekkeden getirdiğimiz metal tabaklarda saklı belki de…

Ne zaman Ayasofya’nın yanından geçsem mahrumiyet içinde okuduğumuz üniversiteli yıllarım gelir aklıma. O ortamlarda bulunmaktan o zaman da şimdi de hiç gocunmadım. Güzel dostluklar biriktirdik o yıllardan bugüne. Kadim bir dostluğun oluşabilmesi için samimiyetin yanında yokluklara, zorluklara hatta imtihanlara ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Bizler o imtihanı yüz akıyla vermişizdir inşallah.

Bizimkisi uzun bir nöbet, bitmeyen bir hikâye belki de…

Diğer Makaleleri