İhtisas Kurumları
HAREKET SPOR KLÜBÜ

HAREKET SPOR KLÜBÜ

GENÇ HAREKET SPOR KLÜBÜ

WEB SİTESİNE GİT
Mutlu Aile

Mutlu Aile

Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.

WEB SİTESİNE GİT
Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği

WEB SİTESİNE GİT
GİV

GİV

Girişimci İş Adamları Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
İnsan Vakfı

İnsan Vakfı

İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı

WEB SİTESİNE GİT
Cemal BALIBEY

BİR YILDIZ GİBİ KAYARAK AYRILDI ARAMIZDAN

1983’lü yıllardı. Topkapı’da Siyasallı öğrencilerin kaldığı öğrenci evinde Bahattin abi ile birlikte ziyaretteyiz. Erzurum ortak noktaları olması hasebiyle Bahattin abiyle biraz daha samimi konuşan kişiyi gözüm bir yerden ısırıyor. O da beni daha öncelerden hatırladığını söylüyor. Sohbet devam ederken tanışıklığımızın nerelerde kesiştiği konusundaki ihtimalleri sıralıyoruz. 1979 yılında İzmir İlahiyat Fakültesi’nin arkasındaki çamlıkta kurulan bir kamp çadırı ikimizin de cevabı oluyor. Ben Siyasallı Mustafa ile o günleri hatırlamanın sevincini yaşarken Bahattin abi: “Siz birbirinizi hatırladınız, asıl çadırı oraya kuran benim. Beni nasıl unutursunuz?” diyerek önce şaşırmamıza sonra da bu tevafuka sevinmemize neden olmuştu. Bahattin abiyle otuz küsur yıl önce böyle bir bağımız olmuştu ve aradan üç-dört yıl geçtikten sonra kader bizi İstanbul’da tekrar buluşturmuştu. O yıllarda Mustafa Siyasal’da ben Orman’da okuyordum. Bahattin abi ise Afganistan cihadından 12 Eylül darbesiyle terk etmek zorunda kaldığı ülkesine “Gazi” olarak yeni dönmüştü.

 

Onu üniversitelilerin sohbetine götürüyorduk. Afganistan’daki direnişi bütün sıcaklığı ve heyecanıyla anlatıyordu. O anlatırken kâh Burhaneddin Rabbani ilmi, yumuşak huyu ve tecrübesiyle yanımızda yer alıyor; kâh Hikmetyar dinamik, mücadeleci ve teşkilatçı tavrıyla öne çıkıyor; kâh Ahmed Şah Mesud üstün taktik ve askeri dehasıyla bizleri büyülüyordu. Cihad diyordu; mücahid, Afganistan, ümmet, direniş, zafer diyordu. Onu dinledikçe hepimizin kanı kaynıyordu.

90’lı yıllardı. O babacan, kendine has vurgusuyla üstüne basa basa: “Cemal” dedi. “Gençlerimizin düşünce ve birikimlerini oluşturacak kitaplar yayınlamalıyız.” Ben bu iş için uygun biri olmadığımı söylediysem de Bahattin abinin ısrarı ve iknası işe yaradı. Özgün Yayıncılığı onun teşvikleriyle kurmuş olduk. Atikali’de, sendika binası diye maruf, basık çatı katında faaliyete başladık. Paslanmış su borularından suyun nadiren aktığı, yağmur yağdığında mutfakla tuvaletin üstünün damladığı, yazın bir fırından farksız, kışın ise paltoyla titreyerek çalıştığımız bir mekânımız olmuştu.

 

Bahattin abi, tercüme edilecek kitapları tespit edip temin ettiği gibi, onları tercüme edecek, tashih ve redakte edecek arkadaşlarımızı da ayarlamıştı: Mahmut Osmanoğlu, Hafız Mustafa Özel, Selçuk Türkyılmaz, Musa Kırca... Bu arkadaşlarımızla birlikte gecekondudan hallice bu mekânda kamp halindeydik. Böyle bir ortamda hummalı bir çalışmaya başlamıştık.

Sıcak bir yazdı. Pencereler gece-gündüz tamamen açık bir vaziyette... Yayınevi, gündüz iş yerimiz, gece ise evimizdi. Aynı zamanda menemen dışında yemeği olmayan bir aşeviydi bizim için. Kitapların hazırlanması noktasında Dünya Yayıncılık ve İmza Dergisi’nden yardım aldık. Kapaklarımızın Hasan Aycın tarafından yapılması yine Bahattin abinin isteğiydi.

 

Bahattin abi, gençliğin eğitimi için sürekli yayınların önemine değinirdi. Etrafındakileri kitap ve dergi yayıncılığına teşvik ederdi. Özgün Yayıncılık bu derdin bir neticesiydi. Kitaba, okumaya özel bir ilgisi vardı. Yanında her zaman okuyacağı bir kitap olurdu, bulunmadığı zamanı ise: “Kendimi ayakkabısız sokağa çıkmış gibi hissederim.” diye tarif ederdi. Eski kitapların satıldığı yer sergileri onun uğrak noktalarıydı. Bazen bu sergilerden ya da hurdacıya düşmüş bir kitabı alır gelir ve bana, bu kitabı yayınlayabiliriz der gibi gösterirdi.

 

Birlikte, Beyazıt Çınaraltı’nda kurulan yer sergilerini geziyorduk. Hz. Ali Cenkleri, Malik Ejder Cengi, Hayber’in Fethi gibi eskilerde kalan kitapları gördük. Çok heyecanlandı. Bir ona bir de bana olmak üzere hemen birer takım aldık. Meğer ilkokul birinci sınıftayken onun ilk dinlediği kitaplar; karların yolları kapattığı uzun kış gecelerinde, köy odasında odun sobasının etrafında açılıp okunan Osmanlıca gazavat kitaplarıymış. Battal Gazi Destanı, Kan Kalesi, Köroğlu, Hayber Kalesi Cenkleri onu eski günlerine götürmüştü. Bahattin abideki korkusuzluk ve cesarette, çocukken dinlediği gazavat ve cenk hikâyelerin payı olduğunu düşünüyorum.

 

İlkokul beşinci sınıftayken babasıyla birlikte iki Yüksek İslam Enstitüsü öğrencisini ziyaret ediyorlar. O dönemler yeni basılan Seyyid Kutup - Cude es-Sahhar’ın küçük kitapçıklar halindeki “Peygamber Kıssaları” kendisine hediye ediliyor. Evde her akşam ailece bir bölüm okunuyor. “Ertesi gün sınıftaki arkadaşlara akşam okunan bir peygamberi anlatıyordum.” diyerek o günleri anlatırdı. Bu kitapların Arapça orijinallerini Mısır kitap fuarından getirmişti. Tercüme ettirdiğimiz halde basmak nasip olmadı.

Yine ilkokul beşinci sınıfında babasına inşaat işlerinde yardım edip çalışıyor. Bu arada Ege Üniversitesi’nin inşaatında çalışan mahkûm işçileri tanıma fırsatı buluyor. “İnşaatın ileride sınıf olacak koca bir salonunda hasırlar serili; tuğlalara çakılı çivilerde tesbihler, takkeler asılıydı. Onları ilk defa tanımıştım. ‘Bunlar nurcu!’ diyorlardı. Namaz vakti kırk-elli ‘mahkûm nurcu’ burada namaz kılıp tesbih çekiyordu." Köy odalarında başlayan dinlemeleri, inşaattaki mahkûm nurcularla tanışmasıyla belli bir raddeye erişmişti.

Bahattin Yıldız 12 Eylül kudetası sonrası yurt dışı tercihini inkılâp ve cihad beldelerine doğru yaptı. Afganlı kardeşlerimizin yanında Ruslar’a karşı omuz omuza mücadele verdi. Cepheden yazdığı mektuplar Mavera’da, Gülçocuk’ta, Milli Gazete’de yayınlandı. Rahmetli Cahit Zarifoğlu “Yaz Abdülhamid, oraları yaz. Sana önemsiz gelebilir ama her şeyi yaz!” diyerek cepheye ulaştırdığı mektuplarla onu yazmaya teşvik etmiştir. Böylece bizim kardeşlerimizin hikâyesini  yazan biri var olmuştur. Bu bağlamda Bahattin Yıldız’ın eserleri Türkiyeli müslümanlar için bir kazanımdır.

 

Ben iyi yazan biri değilim. Mücadelemizin hikâyesini edebiyatçı ustalarımız yazmalı. Onlar yazmayınca bize düştü bu görev.” derdi. Yaşanılan mücadelenin bir sonraki kuşaklara aktarılmasına ve öncesinden kopuk olmamasına dikkat çeker; “Mücadelelerimiz, kavgalarımız, endişelerimiz bizimle kalacak. Bizden sonraki kardeşlerimiz dahi hikâyemizi bilmeyecek. Bir şey yapan öncekilerden kopuk olduğu için kendini ilk zannedecek...” derdi.

Afganistan’da kaldığı sürece bir gazeteci gibi Ferhat Dağcı takma adıyla oranın tarihini, Rus işgalinden önceki ve sonraki sosyal durumunu, savaşan grupları ve cihadın iç ruhunu sıcağı sıcağına Türkiye’de çeşitli yayın organlarında insanlarımızla paylaştı. Bu çalışma Rahmet Yayıncılık tarafından “Savaşan Afganistan” adıyla 1985 yılında yayınlandı. Bizzat Afgan cihadının içinde yer alan Bahattin Yıldız anılarını, İslami mücadeleyi her zaman ve her yerde sürdüren, zamanı gelince rablerine verdikleri sözde durarak cihad meydanına çıkan müslüman gençlere bir hatıra niteliğindeki "Cihad Günlüğü” kitabını Abdülhamid Muhaciri müstearı ile kaleme aldı.

 

"Kar Çiçeği” romanı ise, 80 öncesi adeta bir İslam ekolü hüviyetinde olan Erzurum ve oraya okumaya gelen İslamcı gençlerin yaşamları etrafında örgülenen bir eser. Roman Hicri 1400. yıla girildiği o günlerde Akıncılar Derneği’nin 22 Kasım 1979 günü Kayseri’de yapacağı “Hicret Mitingi”ne dikkat çekmek üzere üç genç üniversite öğrencisinin Erzurum’dan Kayseri’ye 600 km.yi aşan “Hicret Koşusu” ile başlıyor. Genç müslümanların mücadelelerinin seyrinden anekdotlar sunan, bizleri o günlere sürükleyen akıcı bir romanın da ötesinde belgeler kitabı gibi.

Bir döneme tanıklık eden, hiç solmayacak güllerin vuslatını “Güllerin Vedası”nda hikâyeleştirdi. Bahattin Yıldız, 70’li yıllardan günümüze Türkiye bahçesinde yetişen güllerden;  Bilal’den Fuat’tan Taceddin’den Selami’den söz etti. Hatmiye Anne’yi, Nur Bibi’yi unutmamamızı istedi. “Onlar gittiler, giderken bir muştu gibiydiler.” dizelerini hatırlattı.

 

 

Ardından karlı sarp dağları, sınırları, çileli yolları Ferhat gibi aşarak ülkesine geri dönüşünü bir yol hikâyesi olarak “Karda Ayak İzleri” ismiyle kitaplaştırdı. Eserde, kar ve kış arka planda bir tablo güzelliğinde yerini alırken; yarınsızlaşan, en yakın arkadaşı çaresizlik olduğu halde, tek azığı umudu yüreğinde canlı tutan birinin; amansız, geçit vermeyen dağlarda bırakmış olduğu ayak izlerini görürsünüz.

Bahattin abi kitaplarını kargacık burgacık bir yazıyla kâğıda yazardı. Kağıdı okumaya çalışan kimse yazıyı okumakta, yazının devamını bulmakta zorluk çekerdi. Bazı arkadaşları, Bahattin abinin 12 Eylül öncesi dönemde usta ressamlara taş çıkarırcasına, devasa harflerle duvarlara çarpıcı sloganlar yazdığından bahsetmişlerdi. Bunu ben de duyduğumda çok şaşırmıştım. Bir insanın kağıda yazdığı ile duvarlara yazdığı arasında bu kadar fark olacağını tahmin etmezdim. Tabi Bahattin Abi yalnızca duvara yazdığı yazının düzgünlüğü ile değil aynı zamanda "Acaba kim, nasıl yazmış o yazıyı oraya?" sorusunu sorduracak kadar ulaşılması ve başkaları tarafından silinmesi zor yerlere sloganları yazmasıyla da meşhur bir kimseymiş.

 

Aynı zamanda Bahattin Abi duvarlara yazdığı, meydanlarda attığı sloganların altını hakkıyla doldurdu. Nefesi tükenmeyen bir dava ve hareket adamıydı o. Gençlere teselli veren, umut taşıyan bir ağabey oldu her zaman.

Afgan cihadında önemli bir isimdi Bahaddin abi. Kabil’in ele geçirildiği ve Rabbani’nin Cumhurbaşkanı olduğu bir dönemde Afganistan’ı ziyarete gitmişti. Ayrıca orada eski dostlarından birçoğu ile görüşmüştü. Hikmetyar ile ise görüşmeden dönmüştü Türkiye’ye. Çok kısa bir süre sonra Hikmetyar’ın Almanya temsilcisi İstanbul’a gelmişti. Bahattin abi ile görüştüler. Bahattin Yıldız’ın Afganistan’da kimle görüşüp kimle görüşmemesi, bana oranın dengeleri açısından onun ne kadar önemli biri olduğunu düşündürüyor.

Bahattin Yıldız, dünyalık olana hiç hırslı olmadı. Çok sade yaşadı. Sık sık geldiği İstanbul’da yayınevinde yatar kalkardı. Sabahları çoğunlukla birlikte kahvaltı ederdik. Büyük bardakta içtiği çayının yanında, üzerini pudra şekeri ile tatlandırdığımız, “kürt böreği” diye tabir edilen kahvaltı soframız değişmezimizdi. Dava adamının sade bir hayatı olmasına, lüksten uzak durması gerektiğine inanırdı. Üzerine giydikleri de son derece sadeydi. Kendine karşı cimri olan bu insan, etrafına, öğrencilere, ihtiyaç sahiplerine cömertti. Buna yakından şahidim. İğnesi-ipliği, sakalını kısalttığı küçük makası, çantasında olurdu. Saç ve sakalını berberden kıskanan biriydi. Makam, mevki, şan, şöhret, zenginlik vb. umurunda olmadı. Onunla bir müddet birlikte olup biraz konuşanlar, ondaki gönül zenginliğini ve güzelliğini, derinliğini hemen fark ederdi. Bu haliyle benim gözümde Bahattin abi, eski tarih zamanlarından çıkıp gelmiş derviş gönüllü bir mücahiddi.

İslam coğrafyasına, Osmanlı coğrafyasına karşı ayrı bir ilgisi vardı. Haritalar elinden düşmezdi. Tarihe meraklıydı. Tarihe ait makaleler, kitaplar okur, onlar hakkında yorumlar yapardı. Düşünce ve fikir üretiminde mahirdi. Bir zamanlar edebiyat okulu olan Mavera ekibine yakın olmuş, onlarla ayrı dostlukları oluşmuştu.. Cahit Zarifoğlu’na karşı farklı muhabbeti vardı. "Onu okumaktan ziyade yakından tanımamak bir kayıptır." derdi. "O gönül ehli, dostça yaklaşan içten biriydi.” diye anlatırdı. Bahattin abi bizim entellektüel cenaha açılan bir penceremizdi desem, abartmış olmam. 

 

Dostlarına, arkadaşlarına karşı vefalıydı. Arkadaşlarının çocuklarına ise apayrı ilgisi vardı. Onlara okumaları için kitap hediye eder, tuttuğu takımlar üzerine konuşur, ne eder yapar onlarla bir bağ kurardı. İstanbul’a her geldiğinde küçük de olsa çocuklarımıza hediyeler getirirdi. Afrika dönüşüydü sanırım. O mesafeden üç adet muzu taşımıştı çantasında, İstanbul’a kadar. “Cemal” dedi, kendine has buğulu sesiyle: “ Bu Rıdvan’ın, bu Mehmet abinin, bu da senin.” diye muzları paylaştırmıştı. İstanbul’da belki daha iyileri vardı ama Bahattin abinin bizleri hatırlayarak başka bir kıtadan muz getirmesi, diğer seyahatlerinde de bunları tekrarlaması, benim için doğrusu çok farklı duygulardı. Vefatından beş gün önce kendi bahçelerinden bizzat topladığı iri iri eriklerle gelmişti. Son ikramını yapmıştı bizlere.

Dostluk ve vefa ona yakışıyordu. 12 Eylül’de yurt dışına çıkmak zorunda kalan arkadaşının yaşlı annesini bayramlarda ziyarete gider, onun eksikliğini bir nebze olsun kapatmaya çalışırdı. Yine Ödemişli şehid Bilal Yaldızcı’nın ailesini her 29 Ekim’de yalnız bırakmaz, gençlerle birlikte evini şenlendirirdi.

 

2006 yılında Keşmir deprem bölgesine yardım için gitmişti. İşi bitince eski dostlarını görmek üzere Peşaver’e geçiyor. Orada 1981 yılı Tahran’ında tanıştığı Kunduzlu mücahid İsmail ile tekrar karşılaşıyor. Kendi ağzından özetleyelim dostluğu, vefayı: “1981, 27 Nisan’da Tahran’da bir mücahidle tanışmıştım. Bacağının biri alçılıydı. Fakat sesinden neşe saçılıyordu: Kunduzlu İsmail. Bacağındaki alçısı alınınca Herat cephesine gitmişti. Ben de Pakistan üzerinden Nengerhar* cephesine geçmiştim.

Tahran’daki tanışmamızdan bir buçuk yıl sonra Peşaver’deki bir ‘Mücahidîn’ hastanesindeki karşılaşmamız, yaşadığımız müddetçe unutamayacağım hayattan bir kesitti. İsmail’in sol kolu kopmuş ve iki gözü de yoktu. Buna rağmen sesimden tanıdı, sarıldık. O yine neşeli davranıyordu, ben ise ağlıyordum. 

1 Mayıs 2006’da Keşmir deprem bölgesinden Peşaver’e geçtim. Kunduzlu Ziraat mühendisi Emini evine yemeğe davet etmişti. Akşam ezanı okunurken Emini’nin evini buldum. Misafir odasında girdiğimde yirmi dört yıldır görmediğim İsmail de oradaydı. Yer minderinde oturuyordu. Uzun bir süre baktım ona. Başı hafifçe öne eğikti, genç yüzü yaşlanmış; Afganistan haritası gibi, Afgan kadersizliği gibi oyuk oyuk olmuştu. Sanki bütün Afgan kırgınlığı o yüzde yansıyordu. Heyecanla selam verip seslendim. Başını sessizce kaldırıp gülümsedi. Ona sarıldım, uzun uzun sarıldım. Yirmi dört yılı ve bütün çileli Afganistan’ı sarmış gibiydim. Diz dize oturduk. Sağlam elini ve kopuk kolunu avuç içlerime aldım. On çocuğu olan ablasının on birinci çocuğu olarak Horasan kampındaki çadırda yaşıyordu. Emini bana bir süpriz olarak 50 km. uzaklıktaki kamptan onu alıp getirmişti. Acılarım arttı. Yirmi dört yıldır böyle yaşıyordu. Afganistan içinde ya da artık kalıcı bir şehir haline gelen kamplarda binlerce İsmail vardı. Peki, her İsmail’in ona bakacak bir ablası var mıydı?”

 

Vefatının hemen ardından masamın üzerinde bulduğum bir resmi, Cihad Günlüğü’nün son sayfalarındaki eski bir resimle karşılaştırdığımda, hikayede geçen Kunduzlu İsmail’i tanımıştım. Coğrafyanın ücra bir köşesinde gazi olmuş mücahid kardeşini uzun zaman sonra bulup muhabbetle kucaklıyor. O an her ikisinin gönlünden, kalbinden neler geçti, birbirine neler aktı, tahmin etmekte zorlanıyorum.  Aradan geçen onca zamanının acısını çıkarırcasına özlemle bakışıp konuştuklarını hissediyorum resme baktıkça.

Otuz yıllık gönül beraberliğimiz vardı. Onun vesilesiyle sımsıcak dostluklara tutunduk. Bize ve çocuklarımıza güzel bir örneklik bırakarak veda etti. Evimizde en çok konuşulan isimlerden biriydi. Yine öyle olacağını umuyorum. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum.

 

Cemal Balıbey

2014

Diğer Makaleleri