SEN, BEN VE SEYYİD KUTUB
Milyarlarca insan gelip geçiyor bu yeryüzünden. Sen ve ben gibi.
Hayalleriyle arzularıyla, hırs ve öfkeleriyle kibir ve zulümleriyle sevgi ve şefkatleriyle kanaat ve tebessümleriyle cesaret ve direnişleriyle…
Geliyorlar ve gidiyorlar. Senin gibi ve benim gibi.
Hayat, sonuna gelindiğinde çok kısa görünse de, oraya gelene kadar bir hayli uzun aslında.
Gelip geçerken hayattan, miktarını tutamayacağımız kadar çok konuşuyor, hatırımızda kalmayacak kadar çok eylemde bulunuyoruz. Çünkü yapacak ve de yapmayacak çok şey ve zaman var burada: türlü türlü anlamlar, arayışlar, idealler, adanmışlıklar. Yine türlü türlü hırslar, nifaklar, hazlar, sazlar ve pozlar…
Herkes tercih ettiği ölçüde bunlardan payını almakta hayatta. Senin gibi, benim gibi ve Seyyid Kutub gibi. Ve her birimizin değeri, işte bu tercihlerin ve bunlar uğruna ödediğimiz bedellerin miktarınca.
Senin bu hayattaki tercihlerin,
Benim yaptıklarım, söylediklerim,
Seyyid Kutub’un tercihleri, yaptıkları, söyledikleri…
Sen de ben de o da yeteri kadar yaşadık, çok söz söyledik, çok şey yaptık.
Peki şimdi, üçümüzü tartsalar hassas terazide, ne olurdu farkımız sence?
Bak, ben en basit farkı söyleyeyim sana. Senin ve benim yüzlerce fotoğrafımız var, gelişmiş filtrelerle hem de, ama onun demir parmaklıklar arkasındaki bir fotoğrafı kadar etki etmiyor nedense.
Mesela seninle benim yıllardır yaptığımız konuşmalardan şu ağırlıkta bir tek cümlemiz çıkar mı sence?
“Allah'a giden yolun sorumluluğunu bilen yolcular geri dönmez ve mutsuzluğa kapılmazlar.”
Ya da şöyle bir cümle:
“Ya dünyayı kuşatacak zafer ya da Allah'a sunulacak şehadet!”
İkimiz de kelimelerden koca bir mezar bıraktık dünyaya. Canlı tutup insanların ellerinden tutturamadık, gönüllerine dokunduramadık. Sebebini ise yine Seyyid Kutub’un sözünde bulduk:
“Sözlerimiz, hareketsiz ve cansız birer ceset gibidirler. Eğer onların uğurunda ölürsek, işte o zaman dipdiri ayağa kalkarlar ve canlılar arasında yaşarlar.”
Bu yazıyı okuyorsun, sen de canlısın benim gibi. Peki Seyyid Kutub değil mi?
54 yıl olmuş şehit edildiği günden beri. Ama sözleri hala dipdiri, seninle ve benimle yaşamaktalar. Hala yolumuza işaret olup bize rehberlik yapmaktalar.
Eğer Seyyid Kutub'un da sıklıkla vurguladığı cahiliye zihniyetinden kurtulamamışsak, onun hitabının bu derece asil, özgün, cesur ve vakur olmasını anlamak elbette çok zor. Çünkü yıllardır işkenceye maruz kaldığı zindanından, ölü, hiç değilse hastalıklı sözler doğmasını bekleyebilir insan.
Ancak başta da söylediğimiz gibi, tercihler bizim dünyayla olan ilişkimizi tümden değiştirirler.
Mesela ben, müreffeh evimde herhangi basit bir sebeple ölebileceğim için korkarken,
O, kutlu bir dava için ölecek olmanın şeref ve sevincini yaşıyordu Mısır zindanında.
Zindan, özgürlük, aydınlık, karanlık gibi kavramlara yüklediğimiz anlamlar, benim korkumla onun sevinci arasındaki fark kadar başkaydı. Kendi zindandayken bile güven, umut, coşku veren şu şiiri yazacak kadar başka:
“Kardeşim sen parmaklıklar ardında da olsan özgürsün
Kardeşim sen prangalara vurulsan da özgürsün
Sen Allah’a bağlandığın zaman
Sana kölelerin tuzağı ne zarar verebilir ki
Kardeşim, karanlığın ordularını kökten sileceksin
Ve bununla yeryüzünde yeni bir fecr doğacak
Sen ruhunu bu fecrin doğuşuna teslim et
O zaman fecrin bizi uzaktan karşıladığını göreceksin
…”
Seyyid Kutub, söyledikleri ve eyledikleriyle imanına şahitlik yapacak bir hayat yaşadı. Kendisine verilen ömrü şerefli bir ölüm için bağışladı. Ve şehadeti tattı.
Peki ya ben ve sen kardeşim?
Gökteki yıldızlardan değil isek, kimiz?
Nasıl bir hayat yaşamakta, neleri imanımıza şahit kılmakta ve nasıl bir ölüm arzulamaktayız?
…
Vefat yıldönümünde Seyyid Kutub’a vefa göstermek adına.
Rabbim makamını âlî eylesin.